Aslında çokta kanayan yarasıdır memleketimin. Çaresi vardır. Kimse peşinde değildir. Kimse çözmek arzusunda değildir. Varsa da sayıları azdır. Az olanlar ise tek başınadır. Karşılık görmeyeceklerini bilerek tek taraflı mücadele ederler. Mücadelenin sonunda ise genelde tablo hiç değişmez. Konu mu? Konu evlilik. Konu ev-sizlik. Modern toplumun yok saymaya çalış kurum. Evlilik. Ama bugün başka bir açıdan değerlendireceğiz. Ele alacağız. Çünkü;
Artık evlilikler iki kişinin sessizce yüreğini paylaştığı bir çatı bir bağ değil; binlerce ekranın, milyonlarca gözün önünde sahnelenen bir oyuna dönüştü. İçerde tiyatro ekranlarda skeç, sinema filmi adı artık her neyse. Nikâh masasına değil, kameraya bakan çiftler çoğalıyor. İkili bir hayat değil, çoklu bir izlenme çabası yaşanıyor. Sponsorlu evlilikler diyorum buna. Sponsorluk bitti. Evsizlik başladı. Soru şu artık: Aşka mı inanıyoruz, yoksa alkışa mı itimat edeceğiz?
Her an bir story, her gün bir sürpriz, her hafta “çok mutluyuz” yalanıyla perdelenmiş ikiyüzlülük ve yalnızlık dolu içerikler… Bu organik olmayan mutluluğun arkasında, aslında eksikliği haykıran sahte ve iki kişilik bir hayatın tek taraflı yalnızlıklarını çığlıklarla bağıran benliklerin son çırpınışları var. Bu organik çırpınışların ardında yazgısı belli bir ihtimal var. Yalnızlıkla devam eden hayatlar, evlilikler. Dışarıya mükemmel görünen içi boş bir yapı; gürültülü bir suskunlukla süslüdür üstelik.
Sürekli ve hep farklı bir şekilde bir meydan okumaya dönüşen bu evlilik şovları yüzünden olsa gerek; sade, sessiz, gerçek ve sağlam ilişkiler artık yetersizmiş gibi algılanıyor. Öyle de hissettiriliyor. Çünkü toplum, doğru olanı değil, gösteriyi ödüllendiriyor. Gösterinin doğru olup olmaması ile kimse ilgili değil. Kusursuzluk illüzyonuna alkış yağıyor; yapay bedenlerden tecemmü edilmiş yapay ilişkiler, sahte birliktelikler, peydahlanan zavallı çocuklar. Tevazuya, sadeliğe, nezakete ve nezafete ise sanki hayattan nasibini almamış gibi bakılıyor.
Göstermeye ve gösterişe, mahremiyeti bu kadar ifşa etmeye, yatak odasını bu denli umuma açık bir mesiregaha çevirmeye ant içmiş bazı kimselerle aynı gemideyiz. Göstermeye bu kadar odaklanmış ilişkilerde yaşamak sadece bir yanılgıdır. Beklenti ise yaşıyoruz tavrına seyircilerin inanmasını beklemektir. Yaşamayı unutuyoruz. İçimizle değil, iç dünyamız, fikir fikriyattan bihaber. Dışımızla yaşıyoruz. Dışsal motivasyonların ardında, içsel boşluklarda blok blok kayboluyoruz. Ve dışarısı bizi mutlu sanırken, içeride bir Rus romanı yazılıyor. Okuma yok. Yazmak yok. Kusura bakmayın ahlak ve etik hiç yok. Çiftler, sadece izlenmeler arasında sessizce tükeniyor. Kendi içlerine dönemediklerinde ise birbirlerine de dönemiyorlar.
İnsanlar bu kötülüğü kendisine neden ne yapar? Mutlu musun? Sus. İşlerinde iyi misin? Sus. Evliliğin güzel mi gidiyor? Gizle. Mahremdir. Demem o ki sanal kişiliklerin dayattığı sanal yüzlere ve onların arzularına sunma, onları şahit tutma arzusu bitirecek bizleri. Mutluluğunu; sürekli olarak göstermek zorunda hissetmek, gerçek olan iletişimi değil, sahne performansını artırıyor. Yeterince izlenme, yeterince beğenme, yetersiz takdirler üretiyor. Kameralar kapandığında, konuşamayan; gündelik hayatı paylaşamayan; acıyı, korkuyu, neşeyi bölüşemeyen figüranlara dönüşüyor insanlar. Birbirlerini değil, izleyicilerini seviyorlar. Birbirini değil like atanları beğeniyorlar.
Evliliğini, mahremiyetini milyarlarca bakanı olan bir vitrinde sergilemek, onun kalbindeki özeli ve güveni kemiriyor. Herkesin kendi eğlence anlayışına göre onayladığı bir ilişki, içindekini doyurmayabilir. Toplumun “beğendiği” beraberlikler, iç dünyamızın ihtiyaçlarına her zaman denk düşmez. Hatta çoğu zaman düşmez. Belki de hiç düşmez.
Ve sonra ne mi oluyor? Gösterişsiz, içten sevgiyle yaşayan insanlar dönüp kendilerine soruyor: “Bizde bir eksik mi var?” Haksızlar mı? Kendilerince değiller. Ama dayatılanlara bakılırsa sorgulamakta haklılar. Oysa eksik olan onlar değil. Eksik olan şey, görünürlüğe bağımlı hâle gelmiş, kendini başkalarının onayıyla var eden bir toplumun ruhudur. Böyle bir düzende ise şunu söylemek gerek. İlişkilerin değil, toplumun içi boş.
Gerçek bir ilişki, görünmek için değil; derinleşmek için yaşanır. Sevmek, sahneye çıkmak değil, bir insana sığınmaktır. Belki de en büyük devrim, yeniden ölçülü olmak olacaktır. Sessizce sevmek, yavaşça derinleşmek, kimse bilmeden bağ kurabilmek; mucize olacaktır. Çünkü bazı duygular alkışlanmaya değil, korunmaya değer.