Bir dünya keşfederken insanlar aleminde bazen derin kuyularda kendimizi buluruz. Duyusal veya fiziksel etmenler, bizleri götürdükleri yerde eşliği yine kendimize ait bir yansımayla var olmaktadır. Bazen, kendimizi hissedebildiğimiz bir ortam bizim için en güvenli yerdir. Bazen ise bu mesafeler insanlarla aramızda uzarken, kendimizle aramızda uzun gölgeler oluşturur. Renk oyunları hayatın bir parçası haline gelir ve ardından “Ben aslında nerede daha mutluyum?” algısını sanki mekânın her tarafına yayar. Terkedilmiş bir binanın yerdeki kırık cam parçalarına basan duvar kalıntıları gibi, aslında biraz da insanlardır. En çok nasıl görmek ister kendini kişi sahiden? Her konfor alanından çıkmak istediğinde karşısına çıkan su birikintisinde kendini görmek gibidir. Toz bulutunda ellerini çırparken bir imza gibi parmak izlerini görmek gibidir. Çoğu zaman bunlar görünendir.
“Ya nasıl ister?” dediğimiz noktada neler akseder zihnimizde? İstediğimiz zaman beyaz ışık, bizim için yolun sonu adına güven duyduğumuz bir algı haline geliyor. İstemediğimiz senaryoyu düşünürsek, bakmak ve görmek arasındaki fark bir hayli ortaya çıkıyor. Hayat, pembe bir duvar kâğıdı olmadı hiçbir zaman ya da üstü zarar gördüğünde tekrar boyayabileceğin bir duvar değildi. O yüzden karanlıklar uzun gölgelerden meydana gelmişse eğer, pembe duvarlar “yalan” diye bağırırken gerçek ortaya çıkar. Kiminin bildiği, kiminin görmek istemediği bazı noktalar vardır. Tam o anda tüm bu tiyatro ve sahte ışıltı devreye girer.
Yansıma hakkında farklı örnekler vermek gerekirse, biz aslında bu genel girişten sonra işin biraz daha fiziksel ve duyusal tarafını harmanlayarak odaklanacağız. İki açıyı tek potada eriterek, birbirine tabii ki mantık çerçevesinde entegre ederek doğal bir görüş ve bakış açısı kazanacağız. Gelelim konuya, ve yansıma hakkında en çarpıcı nokta: Onu hayatımıza dâhil ettiğimiz sürece hep bizimle beraber gelecek olmasıdır. Eğer bir ortamda yansımayı sağlayabilecek her şey mevcut ise, kişi kendini bir girdap içinde bulur. Bu aslında fiziksel dünyada bir yanılgı gibi gelse de, birbirinin tekrarı olan bazı kararlar, belki hatalar, bazen de düşünceler tarzında açıklamaları olabilir. Yukarıda “kendisinden uzaklaşan uzun gölgeler” demiştik. Mesafeler ve gerçeklik algısını yitirdiği noktada ortaya çıkan pembe duvarlar ve aşamadığımız o surlar bize her şeyi anlatıyor. Eğer ortamı terk edersek yansımadan da kurtulacağımıza göre, biz insanlar neden aynı çemberi defalarca turlarız? Girdapların içi yoksa kırık ayna parçalarından mı yapıldı? Kendimize bakmaktan göremediklerimiz bundan olabilir. “Işık oyunları ve zihnimizin bize oyunları” diye bir ikilem oluşturabiliriz. Bu benzerliğin sebebi, olayların ve ardından açılacak kapıların, tavandaki spot ışıkların yerdeki yansıması gibi olmasıdır. Böyle benzetmeler kurmak zihnin bir bulmacasıdır. İnsanı en çok rahatlatan; kendisinin, düşüncelerinin ve hissiyatının anlam kazandığı yerde var olmaktır.
Açıklamak gerekirse, fiziksel dünya da aslında biz insanlar ve her şey bizim için. Bu yüzden hissedememek gibi bir şansımız yok. Ya avuçlarımızın içinde bir yerlerde olmalı ya da kalbimizin içinde bir dokunuşu olmalı. Hayat bize bu şansı veriyor. Yaşadığımız sürece bu bağlantılar bizleri hayata bağlayacak. Kendinden gitmeden, gölgeler uzamadan, doğru yansımada kendimizi bulduğumuz günler olsun…