Hayat, pürüzsüz bir cam yüzey değildir; daha çok, her birimizin farkında olmadan üzerinde yürüdüğü, ince çatlaklarla dolu eski bir porselen gibidir. Bazı kırıklar o kadar derindir ki, ışığı farklı kırarak varlıklarını ortaya çıkarırlar; bunlar büyük travmalar, keskin kayıplar, hayatın akışını değiştiren sarsıntılardır. Ancak asıl tehlikeli olanlar, gözle görülmeyen, varlığını ancak üzerine bastığımızda hissettiğimiz o kıl çatlaklarıdır.
Gündelik hayatın sıradanlığı içinde biriktirdiğimiz küçük hayal kırıklıkları, ertelenmiş hevesler, söylenmemiş sözler ve yutkunulan kırgınlıklar bu görünmez kırıklıkları oluşturur. Tıpkı bir camekanın sürekli aynı noktaya düşen bir su damlasının zamanla o noktayı yıpratması gibi, bu küçük anlar da ruhumuzun en dayanıklı sandığımız yerlerinde minik oyuklar açar. Başlangıçta fark edilmezler. Sabah kahvesinin beklenen tadı vermemesi, en yakın dostumuzun o gün sesimizdeki hüznü fark etmemesi, trafikte sıkışıp kalırken kaçırılan o önemli randevu… Tek başlarına hepsi önemsiz, hatta gülüp geçilecek detaylardır. Ancak biriktiklerinde, ruhumuzun taşıyıcı kolonlarını yavaş yavaş kemiren bir orduya dönüşürler.
Bu görünmez kırıkların en ince tuzağı, onları onarma isteğimizi erteletmeleridir. Büyük bir yara aldığımızda durur, kanamayı durdurmaya çalışır, birinden yardım isteriz. Oysa kılcal bir çatlak için kimsenin hayatını durdurmaz. “Şimdi sırası değil,” deriz. “Daha önemli işlerim var.” Ve o çatlak, biz farkına varmadan, hayatımızın haritasında derin bir fay hattına dönüşür. Bir gün, en beklenmedik anda, en küçük bir sarsıntıda, o porselen yüzey tuzla buz olur. Etrafımızdakiler şaşırır: “Ne oldu ki? Her şey yolunda görünüyordu.”
Oysa hiçbir şey bir anda olmaz. O son damla, bardağı taşıyan değil, bardağın yüzeyindeki görünmez çatlaklardan sızarak onu zayıflatan binlerce damladan sadece biridir.
Belki de yapmamız gereken, ara sıra durup kendi içsel porselenimizin yüzeyine daha yakından bakmaktır. Işığa tutup, o ince, neredeyse görünmez çizgileri fark etmeye çalışmaktır. Onları onarmak her zaman mümkün olmayabilir, ancak varlıklarını bilmek bile bir adımdır. Kırılganlığımızı kabul etmek, her zaman mükemmel ve pürüzsüz olmak zorunda olmadığımızı anlamak, o çatlakların etrafını daha güçlü bir harçla örmemize olanak tanır. Çünkü en nihayetinde bizi eşsiz kılan şey pürüzsüzlüğümüz değil, kırıklarımızı taşıma ve onlarla birlikte yaşama biçimimizdir. Her bir çatlak, yaşanmışlığın, hissedilmişliğin ve hayatta kalma mücadelesinin onurlu bir izidir.

















