Bu dünyada giderek daha çok görünür olurken aslında ne kadar az yaşıyoruz diye düşünüyorum. Guy Debord’un Gösteri Toplumu’nda belirttiği gibi… Artık yaşamlarımızı doğrudan değil, imgeler üzerinden kuruyoruz. Sürekli ekranlardayız.
Konsere gittiğinizde telefonumuzu kaldırdığımız o anı hatırlayalım mesela. Sahnenin büyüsünü hissetmek yerine “Ben buradaydım” diyen bir imaj oluşturuyoruz. Müziğin ritmiyle içimiz titreyeceğine parmaklarımız video tuşunu arıyor. Debord’un dediği gibi, canlı deneyimle aramızda bir perde yükseliyor.
Benjamin’in aura kavramı da bu yüzden yitiyor. O biriciklik, o benzersiz anların ruhu kayıtlar ve paylaşımlar tarafından yavaşça sömürülüyor. Kare kare çoğaltıyoruz ama ruhumuza dokunan hiçbir şey kalmıyor. Instagram’da bir hikâyeyle var oluyoruz ama geride kalan şey ne sahne ne dinleyici… Sadece bir kopya.
Bu sadece müzik için geçerli değil. Yazarlık atölyelerinde, imza günlerinde, söyleşilerde de benzer bir hâl alıyor. Düşünürün sözü kulağımıza nüfuz etmek yerine bir simülasyona dönüşüyor. Bir hikâye, bir reels, bir fotoğraf… Hepsi “Şu an buradayım” anısı. Ama o anı yaşamak mıydı niyetimiz, yoksa görünür olmak mı? Hatta belki gösteriş yapmak?
Kitaplarla ilişkimiz de aynı dinamiğe kapılıyor zaman zaman. Daha kapağı açılmadan paylaşılan kitaplar var. Adeta moda olan bir aksesuar gibi. Bu aslında eserin aurasını baştan öldürmek demek. Çünkü gerçek bir okuma, sayfalar arasında kaybolmak, sessizlikte soluk almak, kelimelerin arasında gezinmekle başlar. Bir kitabı sahip olma imajı ile sosyal medyada göstermek bazen okumanın kendisinden daha cazip hâle geliyor.
Ve yazarlık… Yazmak gerçekten yalnızlıkla buluştuğun bir alanda doğuyor. Kalemle sabahlanan gecelerde, zamanın akışını unuttuğun anlarda çıkıyor. Ama dışarıdan bakan biri için yazarlık çoğunlukla bir imza gününde çekilmiş bir fotoğraf, bir sertifika ya da sahnede okunan bir alıntıdan ibaret görünüyor. Oysa yazarlığın özü resmî bir belge veya sahne ışıklarıyla değil, içsel bir sessizlikle, yalnız kalma cesaretiyle ortaya çıkar.
Magritte’in “Bu bir pipo değildir.” dediği o pipo meselesi var ya… İşte tam da burada anlam kazanıyor. Görüntü bir şey olabilir ama o şeyin kendisi değildir. Yazarlığın, dinlemenin, okumanın temsiliyle yaşadığımız şey o eylemin ta kendisi değil, sadece gölgesidir.
Artık gerçek deneyim diye bir şey yok; temsillerin ardında kayboldu. Gerçeği yaşamak yerine onu paylaşmak, düşünmek yerine düşünüyormuş gibi görünmek, içselleştirmek yerine imaj üretmek… İşte şu an içinden geçtiğimiz şey büyük ölçüde bu.
Ama yine de Mazhar Alanson’un dediği gibi… Benim hâlâ umudum var 🙂 Tüm o metalaşmış temsiller zincirinden sıyrılmak mümkün. Sanatın, düşüncenin dönüştürücü gücünü yeniden hissetmek de mümkün. Fakat bunun yolu ekranın mavi ışığından değil, karanlığın ve sessizliğin derinliğinden geçiyor.
Sanatı gerçekten yaşamak istiyorsak, düşünceyi içselleştirmek, edebiyatı hissetmek istiyorsak görünür olma yarışını ve gösterişi bırakmalı; kendimize dönmeli, imajların ötesinde bir hakikate kulak vermeliyiz. Sessizlikte, yalnızlıkta ve odaklanmış bir dikkatte olabilir o hakikat. Ve belki, tam da orada yeniden doğarız.
Kaynakça
- Adorno, T. W., & Horkheimer, M. (2002). Dialectic of enlightenment: Philosophical fragments (E. Jephcott, Trans.). Stanford University Press. (Orijinal çalışma 1944’te yayımlandı).
- Benjamin, W. (2008). The work of art in the age of its technological reproducibility (H. Zohn, Trans.). In M. W. Jennings, B. Doherty, & T. Y. Levin (Eds.), The work of art in the age of its technological reproducibility, and other writings on media (pp. 19-55). The Belknap Press of Harvard University Press. (Orijinal makale 1936’da yayımlandı).
- Baudrillard, J. (1994). Simulacra and simulation (S. F. Glaser, Trans.). University of Michigan Press. (Orijinal çalışma 1981’de yayımlandı).
- Debord, G. (1994). The society of the spectacle (D. Nicholson-Smith, Trans.). Zone Books. (Orijinal çalışma 1967’de yayımlandı).
- Foucault, M. (1983). This is not a pipe (J. Harkness, Trans. and Ed.). University of California Press.


















