Sessizlik… Sükut… Hayaller… Gerçekler…
Beynimin içinde her defasında daha çok yankılanıyor sanki. Kızıl bir saç buklesi. Nağme ve Hasret gözlerimin önünden kayıp gidiyor. Bende onlar gibi olmak istiyorum anne. Hele otobüste gördüğüm kadının saçları dümdüzdü. Aman Allah’ım, erkek olsaydım kesin âşık olurdum. Yoo, hayır, saçmalama Lale. Hem annen ne der sonra? Maazallah, baban duysa kemiklerini kırar. Ehh, yetti be Allah’ın cezası, sus diyorum. Küçük bir kız çocuğu, ben uyurken kaçırmaya kalktı ruhumu. Ama ben kanıp teslim etmedim ona kendimi.
– Anne… Anne… Hey, kimse yok mu?
– Kızım uyandı Doktor! Hemşire! Hey, kimse yok mu? Size diyorum, hepiniz kulağınızı kiraya mı verdiniz? Heyyy?
Çaresizce kıvranıyordu kadıncağız. Elleri mi buruşmuştu ne? Yok ya, belki de ben abartıyorumdur. Yoo, gayet de. Ne gayet de? Besbelli kadıncağız çökmüş. Neden bunca zaman yoktum ki? Aptal, kadere karşı gelinir mi? Sahi, neydi bütün bunlar? Hatırla aptal, hatırla. Yalnızca kader, senin boynuna vurulan bir pranga. İlkokul öğretmenim Çağdaş Hoca demişti. Hoş, hoca dememizden hoşlanmaz ya. Hoca camide, burası maarif yuvası, irtica burada yer edinemez derdi. Allah için, alanında iyi olsa da insanlık noktasında hep düşük puan verirlerdi. Bir gün annem, tülbent bir örtüyle beni almaya gelmişti. Adam az kalsın, başındakini çıkarayım derken kadının kafasını kıracaktı. Sonra bu olay, babamın kulağına gitmesin mi? Birkaç gün beni okula göndermediler de ben gizlice kaçmıştım.
Geçmişin ağır izlerini, örümcek ağlarını bir kenara bırakmanın zamanı geldi de geçiyor. Aynaya hep bakardım ben. Çocukluğumda beğenmediğim her şey karşıma bir bir çıkıyordu. Ancak ne çare… Katlanacaksın, günlerin gitgide aylara dönüştüğü ve ayların yıllara, yılların bir ömre bedel olduğunu. Son nefes kadar yakın artık çoğu şey bana. Ailem, arkadaşlarım bir bir beni terk-i diyar eylerken. Hahahahaa, çok komik, salak şey seni. Edebiyat mı yaptın kendince? Çok sığsın be.
Kendi kendime söylenmeye devam ederken o iğrenç uyarı sesi geldi. Masaj koltuğuna hoş geldiniz. Lütfen devam etmek için para atınız. Elinin körü be hoyrat. Dininiz imanınız para olmuş. İki soluklanmak isteyen her faniden bir çıkar, menfaat… Para diye diye beynimizi, cebimizi, iliğimizi kemirir durdunuz. Ama o eşarp çok güzeldi. Tülbent takmayı pek sevmem de ben. Modern bir köleyi temsil ediyorum lan sanki. Ama o da çok eski zamanların modası. Tülbent nedir ya? Köyde mi yaşıyoruz sanki? Ya nerede yaşıyorsun hanım ağam? Köyde masaj koltuğu mu olur? E olur, belki AVM bile dikilir buraya. Her şeyden azar azar dikte edilen, pardon, konulan yerler sonuçta. Kitap ve makyaj malzeme dükkanından tutun sinema ve fast food dükkanına kadar. Her köyün ihtiyacı, buyrunnn…
Pijamalar kadar rahatlık için icat edilen ne var diye sorsalar, şu an aklıma bir şey gelmezdi. Ohhh, öyle rahat ki, dokunmayın gitsin. Hava iyice kararmaya başladı. Hiçbir şey eskisi kadar aydınlık değil. Hem hava hem de hayatım eskisi kadar aydın olmayacak, belli.
En son annemin elini tutuyordum. Otobüste o kızıl saçlı kızcağızın saçları gibi bir saçım olsun istiyordum. Sonra bir bone bağladılar başıma; dökülen hayat taneleri örtülsün de ne fayda ederdi. Bütün saçlarım bir bir dökülüyordu. Melek olmuş tombul ananemin elini öpüyorum beyaz bulutların ardında. Tırnaklarının çok uzadığından yakınıyor bana. Benim tırnaklarımı kesen yok buralarda diyor. Sen kesersin, değil mi?
E tabii, pamuğum, diyorum ben de. Hem artık baksana, hep beraber olacağız, bırakmayacağız birbirimizi. Allah izin verirse olur, derken ben de başımla onaylıyorum. Sonra bir neyin, yüzüme doğru çeken bir el… Kapkara bir el. Annem usulca ağlıyor. Ben, saçlarımın çıktığı gün, o boneyi ve prangalarımı kıracağım günü hâlâ bekliyorum. Hâlâ