Dünyaya gelmiş her birey bir hikâyedir. Bunlardan bazıları – hatta çoğunluğu – sıradan denilebilecek denli sade iken bazıları da bir ülkenin ve hatta dünyanın kaderini etkileyecek kadar önemlidir: Napolyon, Stalin, Hitler ve Atatürk’ünki gibi… Ufacık bir taşı oynatmakta bile muktedir olmayan çoğunluğun belli bir zümrenin diktası altında ‘’modern köleler’’ haline geldiği günümüz dünyasında hikâyelerimiz de zamanla değişti, evrimleşti. Dağları aşan, çölleri geçen, uzaya roketler fırlatıp kurak bölgelere yapay bulutlarla yağmurlar yağdıranların tahakkümü altında, büyük oranda bunların çizdiği sınırlar içinde geçse de ömrümüz kendi içinde her birimiz bazı özgürlüklere sahibiz. Hepimiz hayat denen yolculuğun bir neferi olarak hayatımıza bir mihenk taşı oluşturmuş oluyoruz. Bu küçük taşlar aynı zamanda her birimizin iz düşümüdür dünyaya, hikâyemiz bu izle bağlantılı olarak gelişir.
Gözlerimizi açtığımız ilk anda, ciğerlerimizi yakarak geçen o ilk nefesle başlar hikâyemiz. Herkesin hikâyesi kendine özgü olmakla birlikte – biriciklik de işte buradan gelir – kimi duygular etrafında ortaktır aslında: çoğunlukla acı ve mutluluk etrafında birleşir her şey. Kimi zaman zorluklarla doludur, türlü çetrefilli yollardan geçer yolumuz, kimi zamansa bu yolculukta usumuzun tahmin bile edemeyeceği derecede mutluluk ve sevinçler tadarız. Her ne olursa olsun kendi yaşamımız için ne kadar çok emek verirsek, Voltaire’in de tabiriyle bahçemizi ne kadar çok yeşillendirirsek hikâyemiz de bir o kadar zenginleşir ve anlam kazanır. Bu durumda denilebilir ki; temelde Yüce Yaratıcı’nın kalemi etkin olsa da yine O’nun da belirttiği üzere (Biz her insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık. (İsra Suresi 13. ayet)) her birimiz kendi hikâyemizin başkahramanıyız.
Fakat her hikâye tamamına erecek, mutlu sonla bitecek diye bir kural da yoktur ne yazık ki. Kimileri yarımdır, eksiktir, henüz minicik bir goncayken rengârenk taç yapraklarını açamamış, sıcacık güneşin verdiği can suyunu içine çekememiş niceleri o goncanın hırpani eller tarafından – aile içi şiddet, ihmaller, çaresiz hastalıklar, vb. – koparılmasıyla son bulur. Zamansız terk edişler, ne zaman verileceği belli olmayan son nefeslerin ardından hikâyeler yarım kalır. Ve denilebilir ki yarım hikâyelerle doludur dünya. Kıtlıkla boğuşan, adaletsizliğin insanları değirmen taşı gibi öğüttüğü ülkelerde, bitmek bilmeyen savaş sarmalında yaşamını yitiren binlerce çocuk, genç, ana babadır onlar. Ana baba yavrusunun mutlu gününü göremeden göçüp gitmiştir. Çocuk daha gençliğini, çocukluğunu dahi yaşayamamıştır. Bebek gözünü açar açmaz bir kaosun içine düşmüştür zaten. Mutluluğun, sevincin tadına varamadan bir bombanın uğultusu altında korkulu uykulara dalmayı, huzurla bir an olsun yaşamamayı öğrenmiştir dünyadaki ilk günlerinde.
Çoğumuzun yaşamında egemen olan acı ve trajedi yaşamlarımızın dönüm noktalarıdır aynı zamanda bizi de büyüten. Çözülemeyen düğümlerle, boğaza takılı kalan yumrularla, gamla dolu hikâyelerdir.
Fakat bir yandan baktığımızda dünya her ne kadar hikâyelerle dolu olsa da, eğer bu koca okyanusun içindeki o ufacık damlacıkları fark edip algılamıyor, yüreğinden, zihninden süzüp satırlara dökmüyorsa hiç kimse, nasıl doğar, nasıl yaşar bir hikâye? Her biri bir ‘’hikâye avcısı’’ olan edebiyatçılar olmasaydı ne çok öykü hiçbir kulak işitmeden, hiçbir satır okunmadan ebediyete karışıp gidecekti kim bilir? (Bu noktada özellikle edebiyat tarihine büyük izler bırakmış Büyük Ustalar’ a: Gogol, Balzack, Dostoyevski, Reşat Nuri, Halide Edip, Nazım Hikmet ve adını anamadığımız daha nicelerine sonsuz şükranlarımızı sunmazsak olmaz sanıyorum.) Sözgelimi Marcel Proust’ u ele alalım. Henüz dokuz yaşında geçirdiği şiddetli astım ataklarından sonra bir çocuğun yapmaktan mutluluk duyacağı her türlü eğlenceli aktiviteden, büyük tutkuyla sevdiği ve ona iyi gelebilecekken hastalığı sebebiyle mahrum kaldığı doğadan izole bir yaşam sürmek zorunda kalmasının ardından işlevini yerine getiremeyen organlarının gücünü büyük oranda devrettiği gözlerinden yardımla ‘’gözlemci’’ bir tavra bürünmüş olması sonucunda onun o muazzam dikkatinden kaçmayan en ufak bir ayrıntıyı dahi satırlara dökmemiş, yıllarca bunu büyük bir sabır ve sebatla yapmamış olsaydı şimdi Kayıp Zamanın İzinde adlı o dehşet seriyi edebiyat dünyasına armağan edebilir miydi? Yine eklemek gerekirse, Çukurova denince ilk akla gelen isimlerden olan Yaşar Kemal’in o büyüleyici doğa tasvirleri, Çukurova’ yı resmen bir fotoğraf karesine bakar gibi gözümüzde canlandırmamızı sağlayan müthiş ayrıntılı ve gerçekçi betimlemeleri, olay örgüsünü ilmek ilmek işleme becerisi sayesinde o büyük eser, İnce Memed çıkabilir miydi ortaya? Mümkün değil şüphesiz.
Bütün insanlığın tarihinden süzülerek oluşmuş hayatın kendisi de bir hikâye olduğundan mıdır bilinmez insanlar doğal olarak merak duyarlar. Bir hikâye dinlemek/okumak sadece bu doğal merakı doyurmakla kalmaz, aynı zamanda dinlediklerimizin bizlere iyi veya kötü bir şeyler kattığını ve bunlarla da gelecekte bazı kararlar almakla birlikte öğrendiklerimizin davranışlarımızı şekillendirdiğini, bir şekilde bizi etkilediğini fark ederiz.
Yazılı edebiyat gelişmeden önce sözlü edebiyatla var olan hikâyeler ve masallar işte bu doğal merakın ve insanın sonsuz hayal gücü kapasitesinin bir yansıması olarak ortaya çıkmıştır. İnsanların günlük işlerini halledip akşam sofra başında bir araya geldikten sonra yaşantılarıyla ilgili ettikleri sohbetler, bir mamutun kemiğinden oydukları flütle yaptıkları müzikler veya ettikleri danslar bir noktadan sonra yeterli olmamış, sohbetlerin arasına konuşmaları renklendirmek ve ortama eğlence katmak için küçük hikâyeler ve masallar da serpiştirme ihtiyacı duymuşlardır.
Geçenlerde kalemini sevdiğim bir yazarın, Doğu Edebiyatı’nın önemli isimlerinden Atıq Rahimi’nin Kahrolsun Dostoyevski adlı romanını okurken aynı zamanda bu yazının da çıkış noktasını oluşturan öyle bir cümle çıktı ki karşıma, bir anda bütün romanı bırakıp bu cümleyi sorgularken buldum kendimi. Kitabında şöyle diyordu yazar:
“Yazarsa hikâye eksiksiz, ayrıntısız kalacak, ölecek.”
Ve tabii ki anında sorular uçuşmaya başladı zihnimde: Hikâyenin ölümü nedir? Yazılan bir hikâye, eksiksiz kalarak son sınırlarına ulaşmış olan bir hikâye ölmüş mü demektir? Daha doğrusu bir hikâye nasıl yaşar ve ölür? Halbuki bir hikâyenin yazılış amacı aslında onu kalıcı hale getirmek ve yaşatmak değil midir, yaşamaktan kasıt buysa?
Söz uçar yazı kalır derler. Şu anda binlerce yıl önce anlatılmış bir masal, söylenmiş bir ninni veya şarkı yazılmadığı için onu bilen kişilerin hayata veda etmeleriyle dünya yüzünden de silinip gitmedi mi? Hatta yazı icat edildikten sonra o zaman ki uygarlıklar sadece yaptıkları yapıtlarla veya çömlek, giysi ve süs eşyaları gibi eşyalarla yetinmeyip yazılı olarak da gelecek kuşaklara kendilerini ifade etmek için taş tabletlere, ceylan derilerine, parşömenlere binlerce bilgi, destan, şiir, beyit nakşetmediler mi? Düşününce bütün bunlar ne içindi? Tarihin tozlu sayfalarında biz de vardık, biz de yaşadık, demek için değil mi? Destanlar mesela bir milletin en önemli yapıtlarından değil midir? Boş bir arazide üst üste yığılı bir sürü taşın kime ve neye ait olduğunu o yazılı eserler olmasaydı berrak bir biçimde anlayabilir miydik? Bu minvalde düşünürsek yazı bir insanın, bir milletin fikirsel ve düşünsel izlerini en kolay ifade edebileceği bir kendini anlatma yöntemidir. O halde neden Atıq Rahimi bir hikâyenin yazılışının o hikâyeyi öldüreceğini ifade etmiş?
Yıllar yılı hikâyelerle boğuşarak, bazı bazı onlarda kendimi bularak yaşantısını geçiren beni adeta çarpan bu cümlenin ardından – bilmem size ne hissettirir – zihnimde uçuşan sorulara bir cevap niteliğine geçen yazının devamında şuna benzer bir görüş okudum: Hikâye neredeyse canlılar gibi nefes alıp veren, yaşayan bir şeydir. Ve onu canlı kılan da onun içine anlatıcının bir şeyler eklemleyip eksiltebilme veya bazı ayrıntıları kendine göre değiştirebilme yetkinliğidir. Hikâye anlatıcının elinde bir oyuncağa dönüşür bu durumda. İstediği gibi evirir, çevirir, allar pullar ve dinleyiciyi etkileyecek şekilde aktarır. Aynı zamanda bu hikâyelerin kulaktan kulağa, dilden dile yayılmasıyla her anlatıcının kendinden bir şeyler katarak derinleştirip genişletmesidir o hikâyeyi canlı kılan. Bu yönden baktığımızda hikâyelerin ilk ağızdan çıktıkları gibi kalmayıp sürekli yeni ayrıntılarla değişime uğraması kulaktan kulağa oyununda olduğu gibi bir sonuç çıkarır ortaya. Böyle bir imkân sadece sözlü edebiyatta geçerlidir tabii. Yazılı hale geldiğinde, yani ulaşabileceği en kapsamlı sınırlara ulaşmış olduğunda hikâyenin ölümünün gerçekleşeceğini savunuyor yazar çünkü yazılı hale geldikten sonra istesek de artık o hikâyeye bir şey eklemek veya çıkarmak mümkün olmayacaktır. Okuyucu o satırlarda ne görüyorsa onu idrak edecek ve onun bilgisine vakıf olacaktır lakin bundan daha fazlasına değil.
Aslında baktığımızda evet, kabul etmek gerekir ki hikâyeyi yazıya dökmek ona görünmez sınırlar çizmektir bir nevi. Bir kere yazıya dökülen kelimeler artık isteseniz de değiştiremeyeceğiniz bir konumdadır. Bir kitap için düşünürsek eğer yayımlandıktan sonra yazarın yapabileceği herhangi bir şey yoktur. Yazısının üzerinde hükmü kalmamış, bundan sonrasında yazının takdirini okuyucuya bırakmıştır. Okuyucunun idrak etme ve hayal gücüne de bağlı olarak o hikâye her dimağda bambaşka şekillerde oluşur ve biçimlenir.
Okuduklarımızdan edindiğimiz izlenimlerin ne kadar çeşitli olabileceğini en çok kitap sohbetlerinde anlarız sanıyorum. Okuduğumuz bir kitapla ilgili diğer okurlarla yaptığımız tartışmalarda mutlaka gözümüzden kaçan bir veya birkaç ayrıntıyı fark eder, kitabın farklı açılardan yaklaşılarak başka disiplinler nezdinde de eleştirilebilirliğini görüp hayret ederiz: ‘’Ben de okudum bu kitabı ama hiç bu şekilde bakmamıştım.’’ gibi cümleler eminim birçoğumuzun zihnini şöyle bir yoklamıştır. Bu sohbetlerden edindiğimiz zengin bilgi birikiminden de anlayacağımız üzere bir kitap, bir hikâye okunduğunda sadece tek bir biçimde ve tek yönlü algılanmaz. Okuyucunun da okurluk geçmişine, bilgi birikimi ve kavrama gücü, diğer disiplinlere yönelik ilgisi ve alan yeterliği doğrultusunda okuduğu metni başka pencerelerden de değerlendirebilme ve yordama özelliğine göre değişiklik göstererek birçok farklı biçimde zihinlerde anlam bulmaya devam ettiğini görürüz. Bu durumda düşününce Atıq Rahimi’ ye hak mı vermeli, yoksa savının karşısında mı durmalı, ne dersiniz?
Buradan yola çıkarsak şunu ifade etmek de yanlış olmayacaktır sanıyorum. Evet, belki de yazar bu düşüncesinde bir dereceye kadar haklı olabilir. Sözel anlatımın özgürlüğünü sunamayan yazılı edebiyat daha sınırlayıcıdır. Yazıya geçirilmiş bir hikâye artık pek de yaşıyor gibi görünmeyebilir fakat her okurun bir hikâyeye kendine göre farklı bir bakışla bakması, algılayışı, farklı yaklaşım şekilleriyle okuduklarına bambaşka anlamlar katması da o hikâyenin aslında tamamen ölü olmadığını, değişik bir biçimde okurların belleklerinde yaşadıklarını gösterir. O nedenle yazarın bu keskin fikrine tamamen katılmak kendi açımdan pek mümkün olmasa da gidişatın az önce bahsettiğimiz gibi geliştiğine kaniyim.
Sözün nihayetine gelirken belirtmek gerekir ki hikâyeler de tıpkı sevinçler gibi paylaşıldıkça çoğalır ve yaşaması da ancak buna bağlıdır. Yüreğimizde başka, zihnimizde başka yaşar. Yaşar Kemal’ in İnce Memed’ i, Jack London’ ın Martin Eden’i nasıl sadece okuyanların zihninde yer etmekle kalmayıp yüreklerine de işledilerse duyup bildiğimiz birçok hikâyenin kahramanı da böyle bizde yer edecek ve bizim bilincimizde ve onlara vermiş olduğumuz kıymetle yaşamaya devam edecektir. Okudukça çoğalacak olan hikâyeler bizi de bir o kadar çoğaltacak ve zenginleştirecektir. Okundukça yaşayan hikâyeler nasıl yaşamlarını da başka şekillerde sürdürmeye devam ediyorlarsa bizi de farklı şekillerde zenginleştirip var ederek yaşantımıza kalite ve zenginlik katmış olacaktır. Bu noktada hikâyeler ölümsüzdür diyemeyiz. Anlatılmayan, okunmayan hikâye bir şekilde ölmeye/yok olmaya mahkûmdur. Onu anlatan, dinleyen son kişiler de toprağa karıştıktan sonra hikâye de aynı mezara o kişilerin zihniyle birlikte girmiş olur. Kim bilir ne çok hikâye böyle sessiz bir ölüm yaşadı, kim bilir kaç cenaze töreni sadece giden için değil, onun zihninde kendisiyle birlikte götürdüğü hikâyesi için de yapıldı. Düşüncesi bile dehşet verici, kaç kıymetli hikâyeyi yitirdi bu dünya acaba değil mi?
Öyleyse Dünya Edebiyatı’nın iki neferinden Voltaire’ e ve hemen ardından Louis Ferdinand Celine’ e kulak verelim. Eğer eşsiz bir hikayen olsun istiyorsan: “Dolanma, bahçeni ek.” (Voltaire – Candide) ey okur! Ve unutma ki ne olursa olsun: ‘‘Değer taşıyan tek hikâye vardır; o da bedelini sizin ödediğinizdir.’’ (Louis Ferdinand Celine)
*Atıq Rahimi – Kahrolsun Dostoyevski (Sy:121)