21. yüzyılın ilk çeyreğinde Yahudi Siyonist İsrail ve müttefiki olan Amerika Birleşik Devleti (ABD), aynı vahşeti ve insanlık dışı soykırımı Gazze başta olmak üzere Filistin Devleti’nin tüm topraklarında görüyoruz. İsrail’in Filistin topraklarındaki gerçekleştirdiği ölüm oranı, Japonya’daki ölüm oranını geçti. Filistin topraklarına atılan bombaları bile rakamlarla ifade etmek neredeyse mümkün değil maalesef. 21. yüzyılda yaşanan bu vahşet beni, 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde Amerika Birleşik Devleti’nin Japonya Devleti’ne gerçekleştirmiş olduğu o insanlık dışı vahşet anlarına götürdü. 1945 yılında yaşanan bu vahşeti gerçekleştiren ABD olsa da perde arkasındaki Yahudi bilim adamlarıydı. 2024 tarihindeki Filistin topraklarında yaşanan bu vahşeti gerçekleştiren ise bizzat Siyonist Yahudiler ve ona her türlü ekonomik, lojistik, silah ve istihbarat desteği veren de Amerika Birleşik Devleti yönetimidir. Bu döngü bu şekilde devam etmektedir. İkisi arasındaki bu bağlantıyı ifade ettikten sonra bu ayki yazımıza geçelim.
Halit PAYZA’nın kaleminden Hiroşima’daki Küçük Çocuk Nagasaki’deki Şişman Adam eserini ele aldım. Yazarımız, Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombalarının yaşam üzerindeki etkilerini, devletleri yöneten perde arkasındaki görünmeyen gölgeleri eseri üzerinden öyle güzel ifade etmiş ki sizinle paylaşmak istedim.
1945’te Birleşik Devletler’in, Yahudi bilim adamlarının çalışmaları sonucunda ortaya çıkarmış oldukları atom bombasını Japonya’nın Hiroşima ve Nagasaki şehirlerine atarak yaklaşık 300.000 kişinin ölümüne, binlerce insanın yaralanmasına; uzun süreçte ise milyonlarca insanın hayatını derinden etkileyen biyolojik, vücut bütünlüklerinde bozulmalar ve ölümcül hastalıkların yaşanmasına neden olan bir süreç yaşanmasına neden oldu. Kapitalist sistem ve küresel en bariz şekilde vücuda girmiş halini bu eserde görebiliriz. Bu zeminin arka planına bakıldığında, bu olayın gerçekleşmesine neden olan Yahudi zenginler ve Yahudi bilim adamları net bir şekilde görülüyor.
Amerika, Little Boy (Küçük Çocuk)’u 6 Ağustos 1945 günü saat 08:15’te Enola Gay adlı bir B-29 bombardıman uçağından Hiroşima’ya; Fat Man (Şişman Adam)’ı 9 Ağustos 1945 günü saat 11:02’de Bockscar adlı bir B-29 bombardıman uçağından Nagazaki’ye atom bombalarıyla cehennem kapılarını açmış oldu.
ABD Başkanı Franklin Delano Roosevelt, kapitalist sistemin sürekliliğini sürdürmek, ekonomik sömürüye devam etmek ve Amerikalıları mutlu etmek için Japonya’yı savaşa sürüklemek için zeminler oluşturmaya ve o zeminin gerçekleşmesi için de her şeyi yapmaya gayret etmişler. Bunun için kendi askerlerini bile ölüme göndererek büyük balık tutmak için Japonya’nın savaşa girmesi için atılan yemi Japonya yutarak 8 Aralık’ta Pearl Harbor’a saldırmasıyla ABD ve müttefikleri hedeflerine ulaşmış oldu. Hiroşima ve Nagasaki vahşeti yaşanmış oldu.
Eserde önemli gördüğüm ayrıntılara bir göz atalım.
Otto Hahn, nötronları bombalayarak uranyum atomunu parçaladığında, çeşidinin atom bombası olarak insanlar üzerinde kullanılmasını amaçlamıyordu. Her ne kadar kendisine atımın babası denilse ve buluşu insanlığın toptan yıkımını getirse de atom bombasının günahını yüklenemezdi. Otto Hahn, buluşunun yanlış kişilerin eline geçmesi halinde nasıl bir yırtılmaya neden olacağını gördüğünde bütün çalışmalarını durdurdu ve keşfini gizledi. Ne var ki Dr. Lise Meitner, Hahn gibi düşünmüyordu. Meitner, Almanya’dan kaçtığında Hahn’ın çalışmalarını da yurt dışına kaçırmayı başardı.
İstenmeyen haşereleri öldürmek için IG Farben tarafından üretilen Zyklon B hidrojen siyanür bileşiği, kristalize bir gazdı; hava ile birleştiğinde çözülerek buharlaşıyordu.
“Hayvanların tarihselliği yoktu; dün ve bugün arasında bir fark hissetmezlerdi.” Ama insanların tarihselliği vardı, dünü, bugünü hissedebilirlerdi. Hissedebilmek yaşamaktı. Hissedebilmeyi bıraktıkları an artık insan olmanın ötesine geçmiş sayılabilirler miydi? İnsandan çok hayvan! O zaman tarihselliği de unutmuş olduklarından, artık hangi tür bir canlı olduklarının da bir önemi kalmayacaktı. Bir noktada Nietzsche haklı olabilirdi. Yine de insanın geçmişini araştırması acı bir deneyimdi ve unutmak, insan geçmişini aramayı bırakmak anlamına geliyordu. Nietzsche, mutlu olabilmenin tek şartının unutmayı başarmak olduğunu söylerken, unutulmaması gerekenlerin unutulduğunda unutanların mutsuz olacağını göz ardı etmesiydi; en azından unutanların unuttuklarını unutmayan değerleri için.
İnsan doğası da ulusal ya da uluslararası dengenin işlediği gibi işlemeye yatkındı. Gücü tanımlamak her ne kadar olanaksızsa, onu elde etmek de bir o kadar olanaksızdı. Sorun, gücü ele geçirmek değil, onu hep elde tutmaktı. Uluslararası ilişkilerde güç, o güce sahip olmayan uluslara istediğini yapmak ya da yaptırmak olarak tanımlanabilirdi. Ulusal anlamda güç de, o güce sahip olmayan herkesi tahakküm altına almaktan ibaretti. Her ne kadar yanlış bir öğreti olarak “haklı olanın kazanacağı” söyleniyorsa da doğru değil; haklı olan değil, güçlü olan kazanırdı. Hak, güç karşısında yenilgiye uğramaya mahkûmdu. Tarih, haklı olanlardan çok güçlü olanlar tarafından yazılmıştı; bundan sonra da öyle yazılmaya devam edilecekti. Güç, barıştan çok istikrarı severdi. İstikrar, gücün kalkanıydı. Hiçbir silah onu yırtıp atmakta, delip geçmekte yeterli değildi. Güç, kendi varlığıyla vardı ve savaş ya da barışı belirleyen yalnız oydu. Uluslararası ilişkiler çok yönlüydü ve bu çok yönlülük kaosu meydana getiriyordu. Nasıl ki tek bir doğru yoksa, işin gerçeği uluslararası ilişkileri ve ona yön veren politik yapıda sistem, tek bir teori ile açıklanamazdı.
Erki elinde bulunduran ve kitlelere hükmeden seçkinlerin, yönetimlerini meşru göstermek için demokrasiyi kullanmaları kimin göstergesi değil de neydi? Aradaki fark, açık toplumlarda demokrasi ile beslenen kibir; kapalı toplumlarda erki elinde bulunduran ve kitleleri mutlak yöneticisi olan yönetimdeki meşruluğu, kaba kuvvete, siyahların gücüne dayanarak dayatmasıydı. İlkinde ikna gönüllülük üzerinden olurken, ikincisinde zorunluluktu. Diktatörlerin silahı kaba güç ise, demokrasilerde seçkinlerin silahı da farklılaştırılmış ideolojiydi. Diktatör sahte tanrıydı; ancak demokrasinin sahte tanrılarından daha gerçekçiydi. İlkinde Tanrı, diktatörün ta kendisi iken; diğerinde halkın kendi kendini yönetimi denilen ideolojilerde, demokrasi denilen yalan, kutsal kitabın sahibi olanların halka yutturdukları sahte bir din olarak ortaya çıkıyordu. Zaten demokrasi denilen şey, tanrıcılık oynamak isteyen güçler tarafından askıya alınabilecek bir oyuncaktı.
Stimson, elindeki çantanın giderek ağırlaştığını duyumsadı. Taşıdığı basit bir çanta değildi. Çantanın içinde 4.400 kilo ağırlığında, 3 metre uzunluğunda, 71 santim çapında Uranyum-235 içeren Little Boy’u; 4.670 kilo ağırlığında, 3 metre 3 santim uzunluğunda, 1,5 metre çapında Plütonyum içeren Fat Man’i; yüz binlerce cesedi, bombaların yıllarca etkisi sürecek laneti taşıyordu.
A olarak da bilinen “Proje Alberta”, Manhattan Projesi kapsamında Japonya’ya atılacak nükleer silahların tesliminden sorumlu bölümdü.
Enola Gay, Tinian Adası’nın kuzey pistine inerken Paul Tibbets kolundaki saate son kez baktı. Saat Tinian zamanına göre 14.58’di, 15 olmaya 2 dakika vardı. Hiroşima zamanına göre 13.58’di ve 14 olmaya 2 dakikası vardı.
Gençlikte insanlar aptal oluyorlar, geleceği düşünmüyorlar. Geleceğin de bir gün geleceğini, o geleceğini bekledikleri gelecek olduğunu fark etmiyorlar.
Amerika Birleşik Devletleri, Hiroşima’da Uranyum-235 tipi bombayı denemişti; şimdi sıra Plütonyum-239 içeren bombanın denenmesine gelmişti.
Nagasaki şehrinde 18.000’den fazla yapı tahrip olurken, yaklaşık 13.000 yapı ise tamamen yok oldu. Urakami’nin banliyölerinde meydana gelen şok dalgaları Hiroşima’dakinden daha fazla tahribat meydana getirdi. Patlama, büyük bir ateş topuna neden oldu. 1 kilometre yarıçapındaki alandaki her şeyi tamamen yok etti. Birbirini takip eden sıcaklık dalgaları, patlama merkezinden 5 kilometre ötedeki yangınları tetikledi ve geniş çaplı yangınlara neden oldu. Yangın aynı zamanda sahadaki oksijeni tüketti; bodrum ve depolarda saklanan insanlar oksijen yetersizliğinden hayatlarını kaybetti. Binaları, araçları, tahta kirişleri, cam, çömlek kırıkları, hayvanları ve hatta insanların parçalarını kurşun gibi yağdıran, saatte 150 kilometreden hızlı esen bir şok dalgası oluştu. On binlerce insan yanıkların yanı sıra, uçan enkazın çarpması nedeniyle çoklu travmatik kırık ve bu olaylardan kaynaklanan travmatik hasara uğradı. Patlama merkezinden kilometrelerce ötede insanların kulak zarları ve akciğerleri parçalandı. Yangınlardan ve patlamaların etkilerinden kurtulanlar, nükleer patlamadan yayılan gama ışınına maruz kaldı. Bir sievert radyasyondan fazlasına maruz kalmak, birçok yanıkla birlikte akut radyasyon hastalığına, kanlı ishal ve kusmaya, kanamaya, bağışıklık yetmezliğine, anemiye, körlüğe ve merkezi sinir sisteminin hasar görmesine neden oluyordu. Patlama merkezinden çok uzakta bile insanlar, plütonyum yüklü kara yağmur nedeniyle radyoaktiviteye maruz kalmıştı. Nükleer serpintinin solunum ya da beslenme yoluyla alınması, radyoaktif kontaminasyona uğrayan gıdanın, suyun vücuda alımı, dahili radyasyon maruziyetine yol açıyordu. Genetik mutasyonlarla radyasyon alımına bağlı hücre hasarı; hamilelerde düşüğe ve erken doğuma, kansere, tiroid hastalıklarına hatta kalp hastalıklarına neden oluyordu. Nükleer patlamayla yayılan elektromanyetik dalgalar tüm şehrin elektronik haberleşme ve güç sistemlerini tahrip etti. Sonuç olarak, sağlık ve acil durum servislerinin kullanım dışı kalması, kurtulanlar için ölüm demekti. Nagasaki’deki resmi istatistiklere göre, atılan atom bombası toplam 73.000 kişinin ölümüne ve 74.000 kişinin yaralanmasına neden olmuştu. 120.000 kişi ise patlamanın ve radyasyonun uzun dönemli etkilerinden müzdarip olacaktı.
Bir sonraki yazımızda görüşmek dileğiyle…