Çok yakın zamanda, eski bilgelerden olan ve öğretileri hâlâ baş köşede durması gereken biri olan Mevlana’nın güzel bir sözünü işittim. Şöyleydi: “Yaranın olduğu yer ışığın sızdığı yerdir.” Bu lafı düşünüyorum birkaç gündür.
O kadar muazzam bir döngümüz var ki, bunun farkına çok ender zamanlarda varabiliyoruz aslında. Buradaki çok basit bir döngü. Sen yaralanmadığın, yara almadığın sürece içindeki o irin evvela seni zehirlemeye devam eder, adeta metastaz yaparcasına tüm hücrelerine yayılmaya başlar. Sen yara almalısın ki oradaki harabat yapının üzerine ışık gelsin. Ve bir zaman sonra o irin dışarı çıksın. Çıksın ki o bölge temizlensin, iltihap ilerlemesin, kabuk bağlasın ve sonrasında yoluna baksın.
İşte bu yüzden korkma yara almaktan, yaralanmaktan korkma, korkma düşmekten. Çünkü asıl ışık yara aldığın yerden içeriye doğru girer. O ışık ısıtır yarayı ve sen yine o acının ıstırabı ile seni buluşturan ışığa teşekkür edersin. O ışık senin en derinlerine doğru tesir etmeye başlar. İçin ısınır, belki en başta anlamlandırmazsın ama hissetmeye başlarsın zamanla. Hücrelerin belki de buz tutmaya başlamışken gölgelerin ardında sessizlik vuku bulur o anda. Sonra yavaş yavaş o buzların erdiğini, gölgelerin nasıl aydınlığa kavuştuğunu ve içinin nasıl ısınmaya başladığını deneyimlersin.
Önce tüylerin ürperir, bir yaz günü meltemi eser adeta itina ile tüm dokularında, ışık yavaş yavaş sızmaya devam eder damarlarından içeriye doğru. Sen de itina ile bile isteye kabul edersin. Bunca zaman bir mum ışığına dahi belki hasret kalmış bir sen, hoşça kabul edersin bu nazik daveti kendine doğru.
Sen daveti kabul ettiğinde, o sıcaklık seni ısıtırken artık yavaş yavaş farkına varırsın ki yaran acıtmıyor, aksine kendini hissettirmemeye başlamış, kapanmaya yüz tutmuş adeta. Artık usulca fark edişler başlamış ve fark etmenin gücü ile hissiyat sana nazikçe yükleniyor. İşte o zaman gerçek seni, senin inşa edebileceğin mucizeyi görürsün sen de. Görürsün ki daha sonra fark etmenin yeni inşaların başlangıcı olduğunu.
İşte sen fark ettiğinde önünde iki seçenek olur. Birincisi zaten senin farkındalığınla sonuçlanan yer, ikincisi ise artık öncekine nazaran farklı aksiyonları değerlendirmeye alacağın yer. Bu yüzden yeri geldikçe, hep bıkmadan dediğim gibi: “Yara almaktan korkma!” Yara al, doğru gitmeyen, sana ağır gelen ve daha ilerisi belki hezeyan olacak durumlara maruz kalmış ol; ol ki başka seçeneklerin olabilirliğini de değerlendirmeye al ve her şeyin aslında başka türlü de var olabileceğini düşün. Son olarak düşün ki işte beyninin nöroplastisite gücünü arttırarak esnek olmayı ve böylece yara aldığın yerden, yerlerden de her zaman yeşerebileceğini bilerek yaşa!
‘Göreceksin Kendini’
Göreceksin kendini.
Çıkacaksın kozandan, adeta yırtacaksın.
Zamanı var evet.
Uçsuz bucaksın gökyüzüne doğru.
Uçman için güç toplaman gerek.
Nehirleri, ormanları, kuşları, ağaçları seveceksin.
Her birinden ayrı bir tat alacaksın.
Dinleyeceksin kendini.
Çıkmaya hazırlandığın kozanın sana ne dediğini.
Sonra usulca hazırlanacaksın çıkış zamanına.
Uçman için önce duyman gerek.
Nasıl kanat çırpacağını bileceksin mesela.
Süzülmeyi bileceksin göklerde.
Huşu içinde güneşle bulutun yanından geçeceksin.
Dost olacaksın mesela onlarla.
Güneş ısıtacak seni,
Bulutlar yumuşak bir sığınak olacak sana ihtiyacın olduğu anda.
Hissedeceksin kendini.
Nasılsın bugün?
Yeni gün tıpkı dün doğmuş gibi, bak aynı yerde.
Ne düşünüyorsun?
Nasıl uçacağını mı? Kaygıların mı var?
Uçmaya kalkarsam düşersem,
Ya çakılırsam yere diye mi düşünüyorsun kendi kendine?
Hiç uçmamış bir kelebek korkar.
Önce sağ kanat mı? Sol kanat mı?
Sence hangisini çırpmalı? Ya ikisi aynı anda?
Yaşayacaksın kendini kozandan çıktığın anda.
İşte tam o anda denemeye hazırsın.
Gerekirse yara bantlarıyla.
Sonra 1, 2, 3 yara hızlıca kabuk bağlarken
Sen nasıl süzüldüğüne şaşıp kalacaksın.
Gurur duyacaksın kendinle.
Unutmayacaksın kozanı,
Sancılarını, çıkış anını, korkularını.
Ama sonucunda gökyüzündeki o abat salınışını
Tebrik edeceksin kendini:
Yaptım, uçtum.
İyi ki kendimle kaldım, yüz göz oldum çoğu zaman.