“Gelmiş geçmiş en iyi günlerdi, gelmiş geçmiş en kötü günlerdi; hem bilgelik çağıydı hem ahmaklık; hem inancın devriydi hem şüpheciliğin; hem Aydınlık hem Karanlık bir mevsimdi; umudun baharı, umutsuzluğun kışıydı; hem her şeyimiz vardı hem hiçbir şeyimiz yoktu; hepimiz Cennete gidecektik ya da tam aksi istikamete -özetle; şu an içinde bulunduğumuz döneme öyle benzer bir dönemdi ki dönemin, sesi en çok çıkan otoriteleri bu günler hakkında -olumlu anlamda da, olumsuz anlamda da- ancak ve ancak “en” sözcüğü kullanılarak konuşulabileceğini iddia ediyorlardı.”
(İki Şehrin Hikayesi kitabının ilk sayfasından)
Kitabın ilk satırlarını okuyunca donup kalmıştım. Hangi yüzyıldan bahsediyordu bu kitap?
Evet elimde, bir dünya klasiği kitabı vardı. Yıllardır adını duyup, okumak bir türlü nasip olmamıştı. İşte şimdi başlamıştım okumaya.
Kitabın ilk paragrafı (eminim siz de aynı düşünceye kapıldınız) sanki bugünlere ait gibiydi. Dünya hayatına ait, günümüzde yaşananlar, bu kadar güzel anlatılamazdı.
Ama bu kitap ne zaman yazılmıştı?
Tarih 2000’ler değil, tam BİN YEDİ YÜZ YETMİŞ BEŞ senesine aitti.
Neredeyse iki yüz elli yıl öncesindeki bir dünyadan bahsediyordu yazar. Ama her şey ne kadar da tanıdıktı…
Gündüz arkadaş olanların, gece birbirini vurabileceği, güvenin olmadığı karanlık sokaklara sahipti bu dönem.
Lüks yaşamın şımarttığı, bir bakıma azdırdığı (özür dilerim) insanlarla, fakirlik ve yokluğun pençesinde muhtaçlığın, tasmalı bir hayvana dönüştürdüğü (özür dilerim) insan toplulukları pardon yığınlarıyla doluydu bu dönem.
İşte, Charles Dickens; adaletsizliğin en uç noktasının yaşandığı, doğrunun yanlışa karıştığı, iyi ve kötünün ayırt edilemediği bir dönemi anlatıyordu “İki Şehrin Hikayesi” kitabında.
İki Şehrin Hikayesi tüm zamanların en çok satan romanlarından birisidir. İlk okumaya başladığımda, Netflix’te bir kurgu filmi seyrediyor izlenimine kapılmıştım.
Birbirinden bağımsız olayların anlatıldığı, daha sonra bunları büyük bir ustalıkla birleştiren yazar, okuyucuya zevkli ve meraklı bir okuma sunuyordu.
Fransız Devrimi öncesi ve sonrası olayların yer aldığı kitapta soylular ve köylüler arasındaki çatışma, insanın hafızasında derin iz bırakacak şekilde anlatılmaktaydı.
Yıllar boyu soylular tarafından ezilen köylüler, devrimle birlikte baş kaldırırlar. Soyluların tüm mallarına, evlerine el konulur… Başlangıçta yıllarca süren haksızlıkların intikamı alınıyor gibi görünse de, olaylar zamanla öyle bir hal alır ki (kim haklı kim haksız) her şey birbirine karışır…
İnsanlık için, cehaletin ne kadar korkunç bir kavrama dönüştüğünü adım adım okursunuz kitapta. Hele de cehalet, bir topluluğun en önemli özelliğini taşıyorsa, en büyük tehlike demektir.
Bir konuda tam bilgiye sahip olmadan “cehalet” ile elde edilen güç öyle tehlikelidir ki, bir anda tüm iyileri kötü, tüm kötülükleri iyi yapabilir… Ve siz sadece seyredersiniz de, elinizden hiçbir şey gelmez…
Kitabı okurken ben de böyle seyrettim işte… Doğruları bilip de, kitabın içine girip onlara anlatamamak ne kadar da zordu…
Bu duyguyu yine severek okuduğum “Hayvan Çiftliği” kitabında hissetmiştim… Aklın donup kaldığı ama hiçbir şey yapamadığın anları yaşatan kitap. Sanki zekânızla dalga geçilip, oyun oynanıyor, ve siz “nasıl olur ya” demekten başka, hiçbir şey yapamıyorsunuz.
Bir de beni, izlediğim bir film karesi çok etkilemişti. Matbaanın icadıyla Kur’an-ı Kerim’in çoğalmasına karşı çıkan bir grup anlatılıyordu. Güya matbaa ile çoğalan Kur’an-ı Kerimler ayaklar altında alınacak, saygısızlık yapılacaktı. Bu yüzden Kur’an-ı Kerimlerin çoğaltılmasına karşı çıkıyordu bu topluluk. Allah’ım bu ne kadar büyük bir cehaletti.
Matbaayı basan grubun elindeki taş, sopa ve ellerine geçirdikleri aletleri görünce, insan hem korkuya kapılıyor hem de akıl tutulması yaşıyordu.
Kitabımıza gelecek olursak; sonunda neyse ki baş kahramanlarımıza yapılan haksızlık önleniyordu. İnsanı içinden “oh çok şükür” dedirtiyordu.
Ama ya haksızlığa uğrayan binlerce kişi ne olacaktı?
Cehaletin; bir toplulukla birleşince, insanlık için ne kadar büyük bir canavara dönüştüğünü, iliklerime kadar bir kez daha anlamıştım.
Çok kısa sürede ve zevkle okuyacağınıza inandığım “İki Şehrin Hikayesi” kitabını okurken bakalım sizler neler hissedeceksiniz.
Bir de bazen bir hayatın bir başka hayata feda edilebileceğini, ölümün de gülerek karşılandığını okuyacaksınız sayfalar arasında…
Sanırım herkes kendi yaşanmışlıklarıyla ve kalp yaralarına göre okuyacak ve farklı duygular hissedecektir.
İyi okumalar.
1000 yıl daha geçse değişmeyecek gerçekler👏👏
Emeğine sağlık hocam güzel bir yazı.