Sosyolojik Bir Değerlendirme
İnsan toplumsal bir varlıktır; hem bireysel arzularının hem de toplumun beklentilerinin arasında sürekli bir denge kurmaya çalışır. Ancak bu denge, özellikle çıkar ve menfaat söz konusu olduğunda kolayca bozulabilir. Tarih boyunca insanlar, kişisel kazanç uğruna başkalarına zarar vermekten, adaleti çiğnemekten ve ahlaki değerleri görmezden gelmekten kaçınmamışlardır. Bu durum yalnızca bireysel ahlakla değil, aynı zamanda toplumun yapısıyla, kültürel normlarla ve güç ilişkileriyle yakından bağlantılıdır.
Toplumsal Yapı ve Çıkar İlişkileri
Sosyolojiye göre birey, içinde bulunduğu toplumun ürünüdür. Toplumun ekonomik yapısı, güç dağılımı ve sosyal statü düzeni, bireylerin davranış biçimlerini belirleyici bir rol oynar.
Kapitalist sistemlerde rekabet ve bireysel başarı öylesine öne çıkarılmıştır ki, “başarmak” neredeyse her şeyin önüne geçmiştir. Bu durumda insanlar, kendi çıkarlarını korumak veya yükselmek için etik sınırları zorlamayı normalleştirebilir. Kısacası, toplumun ödüllendirdiği değerler “dürüstlük”ten ziyade “kazanç” odaklı hale geldiğinde, kötülük bile meşrulaştırılabilir.
Ahlaki Görelilik ve Toplumsal Kabul
Sosyolojik açıdan “kötülük” mutlak bir kavram değildir; topluma, zamana ve koşullara göre değişkenlik gösterebilir. Bir toplumda menfaat uğruna yapılan davranışlar “uyanıklık” ya da “başarılı olmanın yolu” olarak görülebilirken, başka bir toplumda bu aynı eylemler ahlaki yozlaşma olarak nitelendirilebilir.
Bu görelilik, bireylerin kendi çıkarlarını korumak adına yaptıkları eylemleri rasyonelleştirmelerine olanak tanır. Böylece insanlar kötülük yaptıklarının farkında olsalar bile, bunu “haklı gerekçelerle” açıklayarak vicdanlarını rahatlatabilirler.
Güç, Statü ve Sosyal Meşruiyet
Max Weber’in güç ve otorite kavramlarına göre, insanlar toplumsal hiyerarşide yükselmek veya gücünü korumak için meşru olmayan yolları da kullanabilir. Gücü elinde tutanlar, toplumsal kuralları kendi çıkarlarına göre biçimlendirir; böylece bireysel menfaat, toplumsal düzenin bir parçasıymış gibi görünür. Bu da kötülüğün sistematikleşmesine ve sıradanlaşmasına neden olur. Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramı da tam olarak bunu açıklar: insanlar çoğu zaman “kötü oldukları” için değil, sistemin işleyişine uydukları için kötülük yaparlar.
Sonuç
İnsanların çıkarları uğruna kötülük yapabilmesi, bireysel ahlaktan çok toplumsal koşullarla ilişkilidir. Ekonomik rekabet, güç ilişkileri, kültürel değerler ve toplumsal normlar bu eğilimi biçimlendirir. Dolayısıyla kötülüğü ortadan kaldırmak, yalnızca bireyleri değil, aynı zamanda onları şekillendiren toplumsal yapıyı da dönüştürmekle mümkündür.
Gerçek bir etik toplum, bireysel kazancın değil, ortak iyiliğin ön planda olduğu bir sosyal düzenle inşa edilebilir.