Eski Türkçe bir sözcük olan “kanıksamak” kelimesi, “kanmak” fiili ile aynı kökten türetilmiştir.
Bir şeyin çok tekrarlanması sonucunda etkilenmez olmak, alışmak ve aldırmamak anlamına gelir.
Yedinci yüzyıldan bu yana dilimizde yer alan bu kelime; kabullenmek, benimsemek, huy edinmek, bezmek ve yılmak kelimeleriyle eş anlamlı olarak kullanılmaktadır.
Yaratılış gereği hepimiz bazı olaylar, haberler ve durumlar karşısında etkileniriz; etkilenmeliyiz de. Ama bu olay “kanıksandığı” takdirde artık etki oluşturmaz. Normal bir durum gibi kişide “algı”ya dönüşür.
Örneğin, kadavra inceleyen bir tıp öğrencisi onun bir zamanlar yaşayan bir anne, baba, çocuk veya insan olduğunu düşünmez. Önündeki sadece incelenmesi gereken bir et parçasıdır.
Boşanma davasına bakan bir avukat da bunu yalnızca “bir dosya” olarak görebilir. Oysaki bu, bir ailenin dağılması, çocukların duygularının paramparça olması, hayatın tamamen değişmesi anlamına gelir. Ama avukat için bu durum sıradanlaşmış, normalleşmiştir. O günkü dava yalnızca kazanılmış ya da kaybedilmiştir. Yani kısacası “kanıksanmıştır.”
Sınıfa giren bir öğretmenin karşısında oturan yirmi otuz öğrencisini aynı bakışla görüp dersini robot gibi anlatıp, kırk dakikayı doldurduktan sonra sınıftan çıkması da bir “kanıksama” örneğidir.
En arka sırada oturan çocuğun ağlamaktan şişen gözlerini fark etmemesi, ortadaki öğrencinin dalgın dalgın pencereden bakışını görmemesi, onları yalnızca yirmi otuz kişiden ibaret sayması da tam anlamıyla bir “kanıksama”dır.
Şu an birçoğunuzdan “Hayır, ben böyle değilim.” sözünü duyar gibiyim. İşte benim tam da vurgulamak istediğim nokta burası: Bizler ne durumdayız?
İster misiniz, şimdi hepimiz kendi içimize dönüp neleri “kanıksadığımızı” bulmak için bir keşif yolculuğuna çıkalım?
Çok yaşlı bir teyzenin çöpleri karıştırması karşısında ne hissediyorsun?
Sokak ortasında azarlanıp çekiştirilen bir çocuğa karşı ailesini uyarabiliyor musun?
İnsanların dinlenmesi için düzenlenmiş parklarda, ağıza alınmayacak küfürlerle gece yarısı bağırarak konuşanları uyarabiliyor ya da yetkililere bildirebiliyor musun?
Televizyon programlarında neredeyse ceset torbalarıyla katılan insanları izleyen yakınlarına, bu durumun normal olmadığını anlatabiliyor musun?
Sosyal medyada sadece bedenini sergileyerek para kazananlara nasıl bakıyorsun?
Başka fakir ülkelerde görüp “Ne kadar pislik!” dediğimiz manzaraları hatırlıyorsun değil mi? Peki ya şimdi, aynı manzaraları ülkemizde görünce, özellikle son aylarda İzmir’deki çöp dağlarını gördükçe ne hissediyorsun?
Yanan ormanlar karşısında “Bugün de şurası yanmış.” diyebilecek kadar rahat haber verebiliyor musun?
Bazen kelimeler sihirdir. Bu yüzden insani duygularımızın körelmediği; kötülüklerin ve kötü olan her şeyin “kanıksanmadığı” bir yaşam diliyorum.
Sonbahar, renklerin ve güzelliğin mevsimidir. Bu ayları, hayatın tüm renkleriyle iç içe geçirmeniz dileğiyle…