“Leyla! Nasıl geldin buralara böyle? Hem de bu saatte, bir sorun çıkmadı ya?” dedi, otogarın kapısında, dizlerini aşan siyah paltosu, beline kadar uzanan saçlarının ancak yarısını örten küçük eşarbıyla tazecik bir çiçek gibi duran genç kıza bakarken. “Evde duramadım, geldim.” dedi kız. Bu belki de seni son görüşüm, diyemedi.
Baktılar, öyle ayakta boş boş durmakla olmuyor, ellerini kollarını heyecandan nereye sığdıracaklarını bilemeden hemen yandaki çay ocağında taburelerden ikisine karşılıklı ilişiverdiler. Böyle anlarda hangi konulardan konuşulur bilemiyor, tedirgin bir vaziyette etraflarını kaçamak bakışlarla süzerek oturuyorlardı. Ağızlarında bir metal tadı, ne içtikleri çaydan bir şey anladılar ne de iki kelimeyi bir araya getirip bir şey konuşabildiler. Yılmış gibi geçen birkaç dakikalık bakışmadan sonra ince dudaklarından zorla çıkarmışçasına bir tavırla:
“Tayin istediğini söylediler, inanmadımdı.” diyebildi sonunda Leyla.
Adam boynunu büküp küçücük oluverdi:
“İstemek zorundaydım.” diyebildi ancak.
Babanın zoruyla, diyemedi; senin için, diyemedi. Ama Leyla anladı. İnsanın birini anlaması için illa ağzından kelimeler dökülmesi gerekmiyordu; suskunluğu da çok şey anlatabilirdi, söyledikleri söyleyemediği birçok şeyi açık edebilirdi.
Adam, dilinin ucuna gelen bir sürü lafla beraber tatsız tuzsuz çayı da tek hamlede kafasına dikiverdi. Akşamcılar gibi dili dolaşmaya, başı dönmeye başlamıştı. Karşısında genç kız, bembeyaz ellerini çantasına kenetlemiş hüzünlü gözlerle bakıyordu adama.
“Biliyorsun, küçük yerler hiç bana göre değil. Sıkıldıydım ne zamandır buralarda, sığamıyordum hiçbir yere. En iyisi bir an önce büyük şehre gitmek, diye düşündüm.”
“Ankara’ya gideceğini duydum.”
“Evet, doğru duymuşsun; buraya da çok yakın hem.”
“Öyleymiş, hafta sonu bile gelinebilirmiş oradan buraya. Fatma öyle söyledi.”
“Doğru. Hem buraların yeşili de bir başka doğrusu; yine ırmağın yanına inip demli bir çay içmeyi, denize bakıp aklıma düşen birkaç dizeyi söylemeyi de özlemem diyemem doğrusu.” dedi.
Ama en çok seni özlerim, diyemedi.
Otogarın tavanından sarkan dijital saat gecenin on birini gösteriyordu. Biletini son bir kez daha kontrol etti. Peronlarda bekleyen otobüsler, dışarıda dolanıp duran birkaç yolcu, aralarında sohbet eden muavinler, bavullarına sarılmış gelecek otobüslerinin yolunu gözleyenler derken bayağı bir keşmekeş içindeydi ortalık.
Tazelenen çaylarını görev bilinciyle içip durdular, metal tadı hâlâ duruyordu.
“Hemen yarın mı göreve başlıyorsun?”
Aslında on beş günlük süre olmasına rağmen onaylarcasına başını salladı. Senden kaçmak için, diyemedi.
“Öyle gerekti.” dedi, donuk, samimiyetsiz bir gülümsemeyle.
Kulaklarında Leyla’nın babasının sesi çınlıyordu hâlâ:
“Bak hoca, sizin mesele olmaz, olamaz. Biz buralarda yabancıya kız vermeyiz. Hem benim kızım vergili; en iyisi çek git, nasibini başka yerde ara!”
Elbet kendisi de korkak bir adam değildi. Kaçalım gidelim buralardan demeyi de bilirdi. Lakin her şeyin önünü, sonunu düşünmek zorundaydı. Bu ürkek güvercin, bu zarif yaratık, ne zor şartlara ne de ailesinden uzak kalmaya dayanabilirdi. Babasının kızına sunduğu imkânları bir memur maaşıyla sağlayamayacağı apaçık ortadayken Leyla’dan yanında kalmasını, bütün konforundan feragat ettirip Anadolu’nun köy ve kasabalarında o çileli hayatı sürmesini istemeye hakkı yoktu. Ama şunu da çok iyi biliyordu ki Leyla’ya “Gel.” dese gelirdi her yere seve seve.
En çok bunu bildiği için, narin bir çiçeği köklerinden koparıp solmasına razı gelemeyeceği için uzaklaşması gerektiğini anlamış, Leyla için Leyla’dan vazgeçmek zorunda kalmıştı…
Adam, bittikçe tazelenen acı çaydan bir yudum daha aldı; midesi bulandı, yüzü ekşidi. Hüznü içinde tor top olmuş koca bir kaya gibi oturmuştu. Araftaydı. Bir an önce gitmekle sonsuza kadar Leyla’yla baş başa oturmak arasında kalmıştı. Fakat o ne derse desin, ne düşünürse düşünsün vakit gelecekti elbet; kaçınılmaz olan yaşanacaktı.
“Mektup yaz mutlaka, gittiğin, gördüğün yerleri anlat bana.”
“Olur, yazarım. Sen de yaz.”
Usulca başını salladı.
Gözleri yaklaşan vaktin habercisi saate dalan Leyla, zaman ne hızlı geçiyor, diye düşündü; vedalaşmak için an kadar kısa bir vakitti sanki yaşadıkları.
Ankara yolcuları için son çağrı yapıldı; ikisinin de yüreğine keskin bir acı saplandı.
Yanlarında bir ceset gibi uzanan bavulu zorlukla sürükleyerek muavine verdi adam.
Yüzlerine doğrudan bakamadan, gözyaşlarını saklayarak aceleyle sarılıp ayrıldılar.
Otobüsün buğulu camının ardından Güvercinine son bir kez bakıyor, en ince detayına kadar yüzünü belleğine kazımaya çalışıyordu.
Otobüs perondan ayrılırken Güvercinin eli havada asılı kaldı, yüzlerinde buruk bir veda.
Yüreğinden bir şiir koptu adamın; hafızası çağırdı dizeleri, yetişti imdadına.
Diyor ki Nazım:
Ayrılık, demir çubuk gibi sallanıyor havada
Çarpıyor yüzüme yüzüme
Sersemledim
Kaçıyorum, ayrılık kovalıyor beni
Yolu yok elinden kurtulmanın
Dizlerim kesildi, yıkılacağım…
Ayrılık, zaman değil, yol değil;
Ayrılık, aramızda bir köprü…
Kıldan ince, kılıçtan keskin.
Kıldan ince, kılıçtan keskin;
Ayrılık, aramızda bir köprü.
Seninle diz dize otururken de…
Sevdiğinden gayrı her yer gurbet derler.
Ankara, gurbetim, bekle beni…
















