Sabahın şafağında uyandım uykudan. Güneşin doğmaya yeltendiği bir günde, hayatın bize bahşettiği yeni bir zamanda, yeni veya monoton yaşantıma adım atmak için hazırlanmaya koyuldum.
İnsan niyet ile yaşar. İçimde fısıldayan binlerce söze karşın, içlerinden sadece kendim için değil, insan olmanın gerekliliği karşısında en iyi düşüncelere büründüm. İnsan, sadece kendi menfaati için kararlar alması yanlış olsa da, karşılaşabilecek her canlı için iyi kararlar almak adına, insanın kendinden başlayan doğru kararlarla güne başlamalı.
Önce kendi zindeliği için güne başlayan saatlerde, gerekli bakımını ve beslenmesini yapmalı. Ardından belki güzel bir söz okumalı ya da hayatı olabildiğince güzel yaşaması adına iyi bakış açısıyla tefekkür etmeli.
Yaşamalı insan; hem kendisi için hem de gün içinde kendisinin de başına gelebileceği gibi, zor durumda olan insanları yaşatması için yaşamalı. Kendine el uzatan insanlara, bir ayna misali olup, hor görmeden, kırmadan, dökmeden, insanca elinden geleni yapmalı. Ona göre devam etmeli yaşantısına.
Erdemli tüm insanların hayat idamesi için bir işin ustası ya olmalı ya da o yolda olmalı. Ama illa başarmalı. Kendi fıtratını ilimle bulup, hor görmeden, küçümsemeden, becerisini keşfederek o yönde kendini geliştirmeli.
Sadece işin pratik ve ilmini bilerek yetinmemeli. Her ustalık, bir insan misali; fıtratları, şartları, ahlakı ve edepleri vardır. İnsan, kendini bu yolda geliştirirken, bir gün bu işin en çatı noktasında olacağını bilerek hareket etmeli ve o işin tüm ahlaki değerlerini de idrak ederek ustalaşmalı. Çünkü, gün gelecek; o işin patronu, o koltuğun sahibi, o mesleğin akıl ve edep sembolü olacağını bilerek geliştirmeli kendini.
Sadece gelişmekle kalmadan, kendinden sonra gelecek nesillere de bilgilerini edep, ilim ve saygı çerçevesinde aktarırken, işin ciddiyetini tüm ince ayrıntılarıyla aktarmalı.
Ustalık isteyen her iş, eskiden daha titiz ve keskin, katı kurallarla yürütülür; koltuk, en son en çok hak edene verilirdi. Bunu sadece işin en ustası olan değil, kimi din veya adetlerde nefis terbiyesi, ruhun arınması, ilham kaynaklarının kendinde açılması ya da en ustanın ruhunu taşıması gibi kavramlar yüklenerek, aslında kişinin kendisini ciddiyet dairesinden çıkan arzu ve isteklerle, koltuğa kendisini hapsedecek, koltuğa köle olacak duygulardan kurtulup, akıl ve vicdanını dinleyerek karar verenler seçilirdi.
Peki, günümüz böyle mi?
Kendisini, kendi fıtrat ve becerileri doğrultusunda değil de sadece daha çok mülk edinme, para kazanma ve zengin olmaya odaklı, “Her ne olursa olsun ben yaparım, yeter ki maaşım iyi olsun.” denildiği; işin ahlaki, edebi, ustalığı ve hakikatini anlamadan, gerek belli sınavları kazanarak gerekse de bazı insanların göz yumması ya da ayrıcalık tanınarak işe alınması sonucu meslek sahibi olan insanlar…
İş sahibi olduktan sonra bitiyor mu peki? Tabii ki de hayır.
Hem fıtratı o işe uygun olmayan hem kendisinin işten çok makamlarda gözü olan bu insanlar, kendileri gibi birilerinin gölgesinde yaşayan insanların gölgesinde yaşamaya çalışıp, belki hak edip belki de hak etmeyen insanların makam ve koltuklarına göz dikerler.
Toplumun buna müsait olması, bu tür insanların sadece birilerinin menfaatine göre çalışması; o işte ustalaşmaktan çok, hem işin ahlaki değerlerini bozması, hem iş akışının gün içinde bozulması hem de insan fıtratının bu bakış açısıyla bakması sonucu, hem işlerin yapısında bozulmalar meydana çıkar hem de zamanla tüm işlerin sonucunda verimsiz ve işlevsiz bir kısır döngünün oluşmasına neden olur.
Peki, koltuğa sahip olduktan sonra bitiyor mu?
Bazılarının menfaati için çalışan, bazılarının gölgesi altında koltuk sahibi olan, kendinden ve makamından başka hiç kimseyi düşünmeyen bu insanlar, ortak menfaatlerde çakıştığında asıl felaketler de başlar.
Koltukların etkisiyle, tüm ahlaki, dini ve örfi değerleri kaybolan bu insanlar, menfaat çatışması sonrasında işlerine yarayan başka ve daha zayıf insanlara bu koltukları teslim ederler. Bunun sebebi aslında toplum için de değil; kendi gölgesi altında olan insanı daha kolay kontrol altına alabildiği sebebiyledir.
Peki, suçlu kim?
Toplum; düşünce çokluğunun, çocuklarını doktor, avukat, eczacı, hâkim gibi kazançları çok olan mesleklere göre eğitip, sürekli akıllarına bu düşünceleri sokması, yeni nesillerin kendi becerileri dışında alanlara sürüklenmesi, her çocuktan aynı başarı ve performansın beklenmesi sonucu kimilerinin kendini ezilmiş hissine bürünmesi, kimilerinin kendilerini ayrıcalıklı ve üstün görmesi ve kimilerinin de psikolojik bunalımlara sürüklenmesine sebep olmaktadır.
Peki, suçlu sadece toplum mu? Tabii ki de hayır.
Akıl ve vicdan, insana belli bir yaştan sonra illa hakikati gösterir. Doğrular zamanla değişse de, gerçek hiçbir akılda şaşmaz. Kısa sürede sürekli değişen sistemler ve yöneticiler, fırsatçı ve gölgede yaşamayı seven, binbir role ve çeşitli fıtratlara bürünen insanlara imkân sağlanmış olur.
Neticede, hak etmeyen insanların koltuk kölesi olması sonucu, kendileri gibi insanlarla ortam kurup bir düzen oluşturması; büyük bir düzensizliğe, hakiki ustalık ve iş ahlak-değer yargılarının kaybolmasına neden olur.
Eskiden, çok eskiden Belkıs misali koltuğu kendine sunulan vardı,
Eskiden koltuğun ağırlığından korkanlar vardı,
Yanlış kararlar neticesinde “rahat uyuyamam” korkusu vardı,
Eskiden, ama çok eskiden bir düzen vardı.
Hak edenin baş olduğu düzenler,
Herkesin daha gelişmesi için uğraşlar,
Hak ettiği için koltuğa değil insana, hak ettiği için saygı vardı,
Eskiden, ama çok eskiden bir şeyler vardı.
Peki, şimdiye ne kaldı…?
Saygılarımla…