İnsan, yaratılışında hem toprağın ağırlığını hem de ruhun yüceliğini taşır. Toprak ona beden verir, ruh ona hakikat kazandırır. Ne var ki insan çoğu zaman bedenin arzularına kapılır, toprağın ağırlığını taşımakla yetinir. Mal, mülk, servet ve makamın peşinde koşarken; özünü, hakikatini ve Rabbini unutur. İşte o zaman insanın maddi yükselişi, ruhsal bir düşüşe dönüşür.
Bugünün dünyasında bu manzarayı her yerde görmek mümkündür. İnsanlık hiç olmadığı kadar zenginleşti, teknolojik ilerlemelerle göklere çıktı, devasa şehirler kurdu. Ama aynı insan, kalbinde hiç olmadığı kadar yalnız, ruhunda hiç olmadığı kadar fakir kaldı. Ne servet ruhunu doyurdu, ne makam gönlünü tatmin etti. Çünkü insanın asıl ihtiyacı; sonsuz olanla, yani Allah ile bağ kurmaktır.
Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbimiz şöyle buyurur:
“Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle huzur bulur.” (Ra’d, 28)
İşte insan, bu hakikati görmezden geldiğinde içsel bir çatışmaya sürüklenir. Zira gönül, dünya malıyla doymayı reddeder; vicdan, nefsin sahte tesellilerine boyun eğmez; akıl, boş bir hayatın anlamsızlığını sorgular. Maddiyatın sahte ışıkları ne kadar parlak olursa olsun, ruhun karanlığı onları boğar.
Bu çatışma, kimi insan için uyanış vesilesi olur. Nefsin doymayan iştahı, ruhun açlığını fark ettirir. O an insan anlar ki; mal biriktirmekle zenginleşmediğini, Allah’a yönelmekle hakikî servete kavuştuğunu… Böyleleri için maddi dünyanın yıkımı, manevi âlemin kapısı olur. Onlar, kendi boşluklarının içinde Rabbini bulan bahtiyarlardır.
Ama kimileri de bu çatışmada helak olur. İçindeki boşluğu daha fazla tüketerek kapatmaya çalışır. Daha çok kazanır ama daha çok kaybeder; daha çok büyür ama içten içe küçülür. Böylece serveti arttıkça gönlü fakirleşir, makamı yükseldikçe ruhu düşer. Allah’tan uzaklaşmanın bedelini; huzursuzluk, doyumsuzluk ve tükenişle öder.
Bugün insanlığın en büyük yanılsaması; ilerlemenin yalnızca maddi göstergelerle ölçüldüğüne inanmaktır. Oysa gerçek ilerleme, ruhun Allah’a yaklaşmasıdır. Çünkü dünya, göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir yolculuktan ibarettir; hakikî hayat ise ahirettir. Ve orada servetler, makamlar değil; iman, salih amel ve temiz bir kalp işe yarayacaktır.
Sonuç olarak, maddi yükseliş insanı yüceltmez; hakikî yücelik, Allah’a yaklaşmakla mümkündür. Mal, mülk ve servet geçicidir; kalıcı olan ise kalbin Rabbine bağlılığıdır. İnsan, ancak bu hakikati kavradığında hem dünyada huzura, hem ahirette kurtuluşa erişir.