Geçen ayki yazımda, mertebelerden “bekleme” hâlini ele almıştık. Tepkileri erteleyip aceleciliğin sesini kısmayı denediğimizde, kendimizi bir adım daha yukarıya çektiğimizi söylemiştim. Ancak bu hâlde uzun süre kalamayız. Zira bekleyiş, yönsüz kaldığında insanı derin bir boşlukta tutar. O boşluğa düşmemek için içsel yolculuğumuzda şimdi yeni bir basamağa değinmek istiyorum: yönelmek. Beklerken artık sadece durmayız; kalbimizin hangi istikamete döndüğünü de sorgularız.
“İnsan, kalbinin teveccühüne göre suret kazanır” (İbnü’l Arabî, Fusûsü’l-Hikem).
Bu ifadeden hareketle insanın, niyet ettiği şey olduğunu söyleyebiliriz. Niyetin davranıştan önce geldiğini düşündüğümüzde, duygudan da önce geldiğini kabul etmek gerekir. Çünkü duygu, kalbin yöneldiği yerde şekil kazanır.
Peki, duyguların ne iyi ne kötü olduğunu; onları ahlâkî ya da yıkıcı kılan şeyin, hangi yöne sevk edildikleri olduğunu söyleyebilir miyiz? Örneklerle açıklayalım: Öfke, adalete yöneldiğinde koruyucu olur; nefse yöneldiğinde ise yakıcı hâle gelir. Bunun İslam tarihinde, sahabilerden Hz. Ömer üzerinden sıkça ele alındığını bilmekteyiz. Arzu, hizmete yöneldiğinde bereket olur; sahip olmaya yöneldiğinde tüketiciye dönüşür. Korku ise hakikate yöneldiğinde tevekkül doğurur; benliğe yöneldiğinde felce dönüşür. Bu örnekler çoğaltılabilir.
Bu noktada, insanı mertebe mertebe yükselten basamaklardan biri olan duyguları dönüştürme farkındalığının, bizi daha bilinçli kılacağını söylemek mümkündür. Duyguları bastırmadan, ahlâk ile terbiye etmeyi öğrendiğimizde, insan-ı kâmil olma yolundaki yükselişimize devam edebiliriz. Burada özellikle terbiye kavramına değinmek gerekir. Terbiye, duygulara sabırla yön vermek ve bu yönelişi disiplinli bir kararlılıkla sürdürmektir.
Bu bağlamda İbnü’l Arabî’nin düşüncesine yeniden dönmek, ahlâkın sürekliliğine dair önemli bir çerçeve sunar. İbnü’l Arabî, ahlâkı bir kurallar bütünü olarak değil; insanın kalbinde yerleşmiş bir hâl, süreklilik kazanmış bir istikamet olarak ele alır. İnsan, ahlâkını yalnızca yaptıklarıyla değil, yapmadıklarıyla da inşa eder.
Konuya Samiha Ayverdi’nin görüşleriyle devam etmek istiyorum. Ayverdi’ye göre maneviyat, yalnızca iç âlemde yaşanan bir yükseliş değil; gündelik davranışlarda sınanan bir disiplindir. Güzel ahlâk, sözle değil; tavırla, duruşla, sabır ve sebatla görünür olur. Bu nedenle Ayverdi, insanın iç terbiyesi sağlanmadan dış dünyada kalıcı bir düzen kurulamayacağını vurgular. Çünkü insanın ahlâkı, onun sessiz ibadetidir.
Geldiğimiz noktada, duyguların artık bir problem değil; bir emanet hâline geldiğini söyleyebiliriz. İnsan, hissettiklerinden sorumlu değildir; fakat onlara verdiği yönelimlerden mesuldür. Maneviyat da tam olarak burada başlar. Duygu fark edilir, niyetle arındırılır ve ahlâkla istikamet kazanır. Bu süreçte insan yalnızca kendini düzeltmeye çalışmaz; kendini taşımayı öğrenir.
İrfana çıkan bu yolun sonunda, irfanın insanı ağırlaştırdığı yönündeki yaygın kanaatin yerini, Samiha Ayverdi’nin de ifade ettiği gibi, irfanın insanı hafiflettiği bilgisi alır. İnsan nefsini taşıdığında ağırlık hisseder; hakikati taşıdığında ise bir ferahlık yaşar. İrfan, insanın iç âleminde kurulan bir denge; dış hayatında ise sükûnettir.
Sonuç olarak, duygularını iyi yönde dönüştüren insan, irfanla kendini gösterir. Artık kişi, duygularının sürüklediği bir varlık değil; duygularını tanıyan, yönlendiren ve ahlâkla dönüştüren idrak sahibi bir insan hâline gelir. Beklemekle başlayan yolculuk, yönelmekle olgunlaşır. Sabır artık yalnızca tahammül değil; hikmete açılan bir kapıdır. Ruh, bu mertebede istikamet kazanır ve yükseliş devam eder.


















