Nezaketi sevmek… nezaketi istemek… nezaketi nerede buluruz? Eee, ararsak elbette buluruz. Çünkü aramak, niyetin adımlarını atmak demektir. Niyet varsa yol açılır, yol varsa menzil görünür. İnsan, kalbinde bir şeyi gerçekten aramaya başladığında, Rabbimiz onu boşlukta bırakmaz.
Nezaketi; akşam ağlayarak gelen oğullarına Yusuf’u sorunca, “Onu kurt yedi.” diyen çocuklarının karşısında, kalbini isyana değil teslimiyete yaslayan bir babanın sözünde buluruz. Hz. Yakup’un (a.s.), bütün iç yangınına rağmen, “Artık bana düşen güzel bir sabırdır.” deyişinde buluruz. Bu söz, sadece sabrın değil, edebin ve nezaketin de zirvesidir. Çünkü nezaket, insanın acı anlarında bile dilini incitmemesi, kalbini taşlaştırmamasıdır.
Kitabımızı okursak buluruz nezaketi. Okumakla kalmayıp anlamını bilirsek, yaşarsak öğreniriz. Kitap bize sadece hükümler değil; bir duruş, bir ahlâk, bir edep öğretir. Ayetlerin arasında dolaşan o ince nezaket, kalbi olan herkese seslenir.
Hz. Yusuf’un (a.s.) , kendisini kuyuya atan, yıllarca hasretini çektiren kardeşlerine kırk yıl sonra söylediği, “Bugün size kınama yok.” sözü, milâttan sekiz yüz yıl öncesinden, pırıltısı ve ışığıyla atmosferi delen bir sâkıp misali düşer önümüze. Eğer kitap elimizdeyse, gözümüz Yusuf Sûresi’ndeyse, gönlümüz de Yusuf’u ve onun gibilerini bir anne şefkatiyle sarmaya niyetliyse… Bu söz, intikamın değil affın; öfkenin değil nezaketin insanı yücelttiğini fısıldar bize.
Nezaketi sevmek… Hz. İbrahim’in, (a.s.) “Ben yüzümü geçip gidenlere değil, her şeyin sahibine döndürdüm.” dediği yerde buluruz. Putların kırıldığı o sahnede bile hakaret yoktur, hoyratlık yoktur. Sadece hakikate yöneliş vardır. Nezaket bazen yüksek sesle değil, yönünü doğru yere çevirmekle olur.
Hz. Musa’nın (a.s.), kendisini öldürmek isteyen Firavun’un karşısında bile, “Senin de Rabbin, benim de Rabbim olan Allah’a gel.” deyişinde buluruz nezaketi. Bu, boyun eğmek değildir; bu, hakikati en beliğ, en yerli yerinde ifadeyle sunmaktır. Ne kavga vardır bu çağrıda ne de kibir. Nezaket, tebliğin ruhudur.
Hz. İsa’nın (a.s.) ise daha annesinin kucağında bir bebekken sergilediği o ince edepte buluruz nezaketi. Annesi, sukût orucu bir kadına yakılan nezaketin zirvesidir. Sonra konuşmayı oğlu devam ettirir. “Doğduğum gün de, öleceğim gün de esenlik benimle olacaktır.” sözü; hayatın başında ve sonunda nezaketle durabilmenin ilânıdır.
Nazik olmak, kişinin önce kendi kendine şifa olmasıdır. Çünkü sertlik, en çok sahibini katılaştırır. Rabbimizin en seçkin kullarına baktığımızda, onların nezaketle yürüdüğünü görürüz. Kalpleri yumuşak, dilleri incitmekten uzak, hâlleri ise istikamet üzeredir.
Nitekim bir Allah dostu olan Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’ne, bir sohbet esnasında müridleri, “Sizde diğer veliler gibi kerametler göremiyoruz.” dediklerinde, o büyük zat şöyle cevap verir:
“Evladım, suda yürümek, havada uçmak keramet değildir. En büyük keramet, istikamet üzere olmaktır. Sırtımızda bunca günah kamburu varken hâlâ ayakta kalmamız, en büyük keramet değil midir?”
Ben bu kerameti kendi dünyama, “nezaket” diye alıyorum. Nezaketi üzerine elbise gibi giyen kişi, bu hâlin tesiriyle önce Yaradan’ına karşı nazik olur. Yaratan’a karşı nazik olan ise zaten istikamet üzere yaşar, efendim.
Bu hâl üzere yaşayanlara şahit olanlar, onların nezaketinden kendi hayatlarına şifa devşirirler. Çünkü nezaket bulaşıcıdır; bir kalpten diğerine sessizce akar. İnsanı inceltir, ruhu rahatlatır, hayatı eğrisi olmayan, tâli yollara ihtiyaç bırakmayan düz ve pürüzsüz bir istikamete çıkararak, fâni dünyayı da konforlu bir şekilde yaşanır kılar.

















