Bazen düşünüyorum: Hakikati gerçekten arıyorsam, onu koca cümlelerde değil, en küçük işaretlerde aramam gerektiğini bana kim fısıldadı?
Kur’an’ın hakikatin özü olduğu söylenir; o özün de Fâtiha’da toplandığı… Fâtiha, Besmele’ye; Besmele, “Bâ” harfine; “Bâ” ise altındaki o suskun noktaya iner.
Ve ben fark ediyorum ki belki de hakikatin kendisi çoktan konuşmayı bırakmış; bize kalan yalnızca o noktanın sükûtu.
Bu düşünce kısa bir vecize gibi görünse de aslında derin bir metafizik katman taşıyor.
“Nokta mutlak hakikattir.” denildiğinde, bunu çocukça bir sadelikle değil; bilakis dilin, ontolojinin ve varlık tasavvurunun bütün sınırlarında dolaşarak anlamak gerektiğine inanıyorum. Çünkü nokta yalnızca yazının başlangıcı değil; zihnin de başlangıcıdır.
B harfi kapıysa, nokta kapının omuzundaki yük.
Besmele’nin başındaki “Bâ”, bana hep gizli bir eşiği hatırlatır. O harf eğik durur; sanki insanın hakikate yönelirken boyun büküşünü temsil eder. Ama asıl ağırlık, harfin altındaki o minik noktadadır; çünkü bütün harf, o noktanın omzunda yükselir.
Bir an için şöyle düşünüyorum:
Eğer nokta kaybolsa, Bâ harfi çöküp dağılır mı?
Belki de harflerin bütün düzeni, görünmeyen bir merkezin etrafında dönüyor. Tıpkı kâinatın görünmez bir çekim merkezine bağlı olması gibi. Bu yüzden nokta; hem başlangıçtır hem süreklilik, hem varlığı kuran hem varlığın ardındaki mutlaklığı saklayan bir işaret.
Noktanın sükûtu: Var olmak ile yok olmak arasındaki o ince çizgi.
Akademik bir ifadeyle söyleyecek olursam, nokta; dilsel bir unsur olmanın ötesine geçip ontolojik bir metafora dönüşür:
Mutlak olan konuşmaz; konuşan her şey ayrışır. Bu yüzden nokta, anlamın konuşmaya başlamadan önceki hâlidir; adeta varlığın rahmi. Ancak bu kadar teknik bir dille söyleyince sanki ruhu kaçıyor. O yüzden kendi hâlimle şöyle demek daha doğru:
Nokta, sözden önceki nefes gibidir; nefes alınır ama ses hâline gelmeden önce bir karanlıkta bekler. Orada, o bekleyişte, hakikate en yakın hâl vardır.
Ben noktanın önünde susarken.
Bazen yazarken fark ediyorum: Cümlelerim ne kadar çoğalırsa çoğalsın, beni yine bir noktanın başına getiriyor. Sanki düşünce dairesi, döne döne kendi merkezine çarpıyor.
Ve o merkeze her dönüşümde aynı his:
“Sanki bir şey biliyorum ama bildiğim şeyin kaynağı, hep o suskun işarette duruyor.”
Belki de bu yüzden nokta, hem kâinatın çekirdeği hem de insanın kendi içine açılan kuyusu gibi geliyor bana.
Melayê Cizîrî’nin dizelerine sinen o derin, hafif acılı ama aynı zamanda ışıklı sezgi burada kendini hatırlatıyor:
“Her şey bir özün gölgesidir; öz ise kendinden bile saklıdır.”
İşte bana göre nokta, tam olarak bu “kendinden bile saklı” hâlin işaretidir.
Sonuç yerine değil, başlangıç yerine.
Bu metni bir sonuç cümlesiyle bitiremiyorum; çünkü nokta, sonuç değil, başlangıçtır. Anladığımı sandığım her şey, tekrar o merkeze dönüyor.
Ve ben fark ediyorum ki:
Hakikat, büyük cümlelerin değil; doğru yerde duran küçük bir noktanın kudretinde gizliymiş.


















