Takdir edilme, onay alma bizi domine ediyor sanki, iç dinamizmimizin yakıtı gibi!
Tam aksine ise hiç tahammülümüz yok!
Eleştirildiğiniz bir konuyu hatırlayın haydi; hemen ya da cevap veremediğiniz bir ânınızı ya da anınızı!
İnsanın nasıl da hemen modu düşüyor! Herkes kendine kadar bencildir. Bu olumsuz bir şey değil, aksine kendini koruma ve savunma kodudur belki de insanın. Ayrıca kendini ifade etme yetisini yetkin bir şekilde kullanamadığı zamanları da olabilir kişinin. Muhatabı onu rakip gören bir anlayışa sahipse, bu durumu ona karşı bir koz olarak kullanır hemen. Avını zorlukla yakalamış bir kaplan misali atağa başlar ve bir ringdeymiş gibi rakibini sözleriyle nakavt eder. Bu ilişkiyi bir çıkmaza sürükler. İki taraf da anlama ve anlaşılmama girdabının içine sürüklenirler.
Anlaşılmak edilgen bir durumdur aslında. Lakin nedense ilk önce onu ister. Anlaşılmayı bekler. Kendini ifade etmeyi hesaba katmaz çoğu kez insan. İlle de ilk atağı karşıdan bekler.
Belki de bu bencilliğinin yan etkisidir. Kişi kendini ve iç dünyasını kendi içinde yaşar; lâkin dışa yansıtmada gerektiği kadar etken bir aktarım yapmaya istekli değildir bazen.
Bu isteksizlik uzayıp gittikçe de anlamak ve anlaşılmak koca bir yığına dönüşür. Bu yığının altından sızan koku bir saatten sonra öyle bir hâle gelir ki, solunum yetersizliğine neden olur. Dolayısıyla ortaya dedikodu, iftira, buhtan gibi kaçak gaz sızıntıları çıkar.
İlişkiler bozulur, aralar açılır. Bir fındık kabuğunu doldurmayan meselelerden araya devasa setler inşa edilir.
Aslında tüm mesele; An-la-mak ve An-la-şıl-maktır!
Hep anlaşılır olmaya neden bu kadar ihtiyaç duyar insan? İstediğini ifade edemediğinde ruh sıkılır, kalp daralır. Nefis ise bu durumdan yararlanamadığı için balon gibi söner, kenara çekilir.
An-lamak; zamanın en küçük birimi olan an*ları biriktirerek her birine bir mana yüklemek olsa gerek! Misket gibi her bir ânı tek tek bir torbaya toplamak; anlamak, anlatmak, aktarmak.
Aktarmak istediklerini anlatamadığında kişi kendisini yağı tükenmiş bir lamba gibi isli hissediyor. Halbuki Mevlâna Hazretleri:
“Söz, söyleyenin değil, dinleyenin anlayabildiği kadardır.” diyor.
Bu sözden benim anladığım; muhataba göre anlam değişir. Eğitimli ve eğitimsiz biriyle diyaloğunuz mutlaka farklı olur. İşte bu farkın frekansını ayarlamak asıl kişiye düşen kısmıdır. Bir arkeoloğa, eşyanın hiçliğinden, geçici olduğundan bahsederseniz, sanki onun emeğine hakaret etmiş gibi anlaşılmanız kaçınılmazdır.
Yine de ne kadar gayret ederseniz edin, anlamak ve anlaşılmaklar da hep yarım kalacak. Burası dünya; her işin yarım kaldığı yer. Anlamı, manayı gerçekleştirmek için dünyaya gönderilen insan, manayı an be an yetim de bırakacak, yarım da!
Bu yarım kalan iletişimden doğan arızalı durumlar ise her insanın hikayesini oluşturacak. Elbet çiçek toplayıp kokladığı ânları da olacak bu hikâyenin içinde. Lâkin belirsiz olan yarınlar hep bir giz taşıyacak.
Hikayesi var her insanın, evet! Sadece ona özel. Hayata bilmem hangi tarihte giriş yapıyor. Bu giriş “doğum” tarihi diye isimleniyor. Ondan sonraki tüm çabası ise önce ilk gördüğü nesneleri anlamak ve tanımlamak: An, ne, bar, dak, ma, ma…
Anlam veremediğinde ağlamak, hem de avazı çıkana dek.
Büyüyünce ne oluyor o hâlde?
Anlam veremediği ya da anlaşılmadığında silik kalan ya da kasıtlı üzeri çizilen anlamlar, kavgalar, hasetler, dargınlıklara dönüşüyor. Sanki yetişkin olarak her birimiz, anlatamadığımız ya da anlaşılmadığımız zaman ağlamaya da mecâlimiz olmadığından duygusal olarak çöküyor, ruhumuzu ise yorgun hissediyoruz.
Anlama erişmek kolay değil. Mânâ ağır bir şey. Diğer canlılara anlatılmayan, onların anlamadığı bir şey. Sadece insana has bir özellik. Dolayısıyla da elbet zor olacak.
Herkes, her kavim kendi manasını aradı dünyada. Bulanlar medeniyetler kurdular. Manayı maddeye işlediler.
Köprü, kale, cami, kütüphane, kervansaray gibi gördüğümüz somut her şeyin asıl hammaddesi mânâ idi. Mânâyı bina etmekti. Mânayı!
Ves’Selâm.

















