St. Basil Katedrali, Korkunç İvan tarafından 1555-1561 yılları arasında inşa ettirilmişti. Daha sonra böyle bir katedral yapmaması için mimarı Postnik Yakovlev’in gözlerinin IV. İvan’ın emriyle kör edildiği söylenir. Bu katedralde neler yaşandığına dair birtakım söylentiler olmasına rağmen, gerçeklerin su yüzüne hiçbir zaman çıkmayacağı düşünülür.
Agustin ve Leonardo çocukluk yıllarından bu yana St. Basil Katedrali’nde eğitim görmekteydiler. İki iyi dost ve sırdaş olan genç rahip adayları birçok şeyi paylaşmışlardı. Agustin, önemli bir konuyu konuşmak için Leonardo’yu mahzene inmeye ikna etmişti. Katedralin gizli geçitlerine giden dar ve rutubet kokan merdivenlerden iniyordu iki arkadaş. Leonardo daha fazla dayanamadı, Agustin’in kolundan kavradı ve:
“Yeterince uzaklaştık dostum, aşağıyı sevmediğimi biliyorsun, konuşalım hadi!”
“Bekle, daha değil!” dedi Agustin. Şarap şişelerinin muhafaza edildiği kasvetli odaya gelince, tereddütlü bakışlarla etrafı kolaçan etti, aklındakileri açtı arkadaşına.
“Son günlerde, ben de dâhil, herkesten kaçıyorsun. Tek konuştuğun şey, odanda duran tuhaf isimli o garip çiçek.”
“Milyonlarca çocuğun ve şiirin ölümüne şahit olan laf ebeleriyiz dostum. Çok konuştuk, şimdi ağzı olanlara karşı dilde susup yürekle konuşma vakti!”
“Neden bahsediyorsun, hiç anlamıyorum! Âşık mı oldun yoksa?”
“Evet dostum. Onu düşününce kuşyemi kadar ufaldığım halde, kendimi sonsuz huzurun kollarına bıraktığım kâinatın en güzeline aşığım.”
“Bak Leonardo, açıkçası ihtimal vermiyorum ama azizler itikadının zayıfladığını düşünüyor. Ve görüyorum ki haksız da değiller. Neyse. Burada sadece sen ve ben varız. Lütfen kendi iyiliğin için, yalvarıyorum, bunları unut ve yukarıya çıktığımızda son zamanlarda biraz hasta olduğunu fakat artık kendini daha iyi hissettiğini ve görevlerini aksatmayacağını söyle.”
“Hastaydım, evet. Vakt-i asr akşama dönmüş ve dünya kıyamete gebeyken, tek becerebildiğim zihnimin zılgıtları arasında kaybolmaktı. Ama şimdi iyileştim. Gözlerimdeki perde kalktı. Bizi bu sığ ve köhnemiş kasnakta kör iğnelerle nasıl işlediklerini fark ettim.”
Leonardo, sol göğsünün üzerinden çıkardığı kitabı sevgili dostuna uzatırken:
“İşte, beni her kelimesiyle mest eden asıl çiçeğim: Zülf-ü Aruz. Bu eşsiz çiçeğin Latincesi Selluka’dır dostum. Sarıcı, kaplayıcı ve hoş çiçekleriyle kelebekleri cezbeden bir tür sarmaşık olan bitki demektir Selluka. Güneşi çok sever ve hızlı büyür. Tanrı’nın dördüncü ve son ve en mükemmel kitabıyla özdeşleştirdim bu çiçeği. Herkes çiçekle konuştuğumu sanıyordu. Oysa ben Tanrı’yla dertleşiyordum.”
“Sus dostum, sus! Çıldırdın mı sen? Hemen af dile Yüce İsa’dan. Lütfen Leonardo, yalvarıyorum, af dile.”
Leonardo, Agustin’in yüzüne çocuk masumluğunda baktı. Gözlerinden içeriye, dostunun kalbine kadar indirdi bakışlarını.
“Sen iyi birisin Agustin. Buraya beni çağırdığına göre, senin de huzurumdan tatma vaktin gelmiş olmalı. Çöl Martısını (s.a.v) müjdeleyen rahip haklıydı dostum. Haydi, tereddüt etme ve benimle birlikte tekrar et: La ilahe illallah Muhammeden Resul…”
“Yüce İsa ikimize de bağışlasın! Korkunç işkencelere maruz kalmana göz yumamazdım dostum. Beni affet!”
Agustin’in sol göğsüne sakladığı hançeri Leonardo’nun kalbine saplamasına rağmen, genç adamın yüzünde beliren tebessüm silinmemişti.
Şarap şişelerinin arkasından çıkagelen siyah pelerinli gölgeye bıçağı teslim ederken, çehresine yerleşen ıstırabı gizlemeye çalışıyordu:
“Dostum için bu kararı verdiğinizden dolayı minnettarım Yüce Saoryus. Ebediyen hizmetinizdeyim.”
Rahip Saoryus, Agustin’e istavroz çıkarttı ve kapıyı işaret etti:
“Gidebilirsin oğlum.”
Agustin arkasını dönüp bir adım atmıştı ki Leonardo’nun az ilerisine yığıldı.
İki kaderdaş, bedenlerinden süzülen kırmızıyla ölümsüzleşirken, kabzasına “Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına!” kazınmış hançeri Agustin’in ciğerlerinden söküp alan Rahip Saoryus, merdivenlerden yukarı doğru süzüldü.