Hız çağının ortasında insan olmak çok yorucu bir iş halini aldı. O kadar yorulduk ki, omuzumuzda bir iğne ucu yüke dahi yer kalmadı. Günlük sıkıntılardan ömürlük telaşlara varana kadar, zihnimizin sırtı hamal kayışının kesikleriyle doldu. Haliyle insan, ihtiyacı olan bir tutam bilgiyi bile alıp taşımaya karşı tahammülsüzleşmiş durumda.
Bu hal ise yeni bir üslup geliştirmemize sebebiyet verdi. Kısa videolar, özlü sözler, az emekle çok şey anlatan her bilgisel nesne tüketimde öncelikli hale geldi. Diziler mini dizi oldu. Filmler, çok övülmemişse birkaç kesiti izlense de yeter oldu. Kitaplar, okunmak yerine aforizmaları bulunup paylaşılınca anlamlıymış gibi gözükmeye başladı. Daha birçok konuda kolay tüketmenin hazzı, insanı bir döngüsel alana itti.
Bu alanda bilginin yükünü insan değil de algoritmatik makaralar taşıdığı için, insanı makaraya sarmak hiç de tuhaf karşılanmadı. Zahmetsiz tüketmek o kadar konforlu bir eylem ki, ilgi alanlarımızda tüketecek bir unsur kalmayınca bizimle alakası olmayan ya da bize faydası olmayan içerikleri de tüketmeye başladık. Bu aklî doyumsuzluk hali, insan doğasının genetik mirasıdır.
Para, yemek, şan, şöhret, mal, mülk gibi nesnelere olan açgözlülüğün yanında artık bilgiye karşı da bu tutum gelişti. Kötü bir iş midir bilgiye doymamak? Eğer kullanım alanı bulabildiğiniz kaliteli ve gerçek bilgilerse, tabii ki de iyi bir iştir. Lakin bu çarkın içinde bu niteliklerde bilgi pek azdır. Aksine kullanışsız, kalitesel bazda insan onurunu bile tiye almaktan çekinmeyen ve manipülatif yönü baskın olan birçok teneke bilgiyle muhatap oluyoruz.
Yük taşımaktan kaçalım, sırtımız ağrımasın derken zihnimizi hurda çöplüğüne çeviriyoruz. Hayal gücümüzün yerleşkesini işe yaramaz bilgilerle doldurmanın büyük bir kayıp olduğunu fark etmemiz gerekiyor.
Peki nedendir, bu hız çağının gerisinde kalma korkusu? Muhtemeldir ki, içimizdeki boşluğu doldurma isteğimiz bu korkunun müsebbibidir. Büyük çoğunluğumuz, hayatın akışında amacını ve yerini bulamadığını fark edemeden bir gayrete tutunup tükenmekte. Bu tükeniş hali yaşanırken, insan kalbi bir istekten ziyade refleks olarak çağa yetişmeye çalışır. Can havliyle daha hızlı atan kalbinse peşinde çağın tüccarları vardır.
Bu tüccarlar, geçmiş zaman tüccarlarından çok daha farklı bir silaha sahiptirler. Bu silah, bölgesel pazarlardan kurtulup küresel pazarlar kurulmasına olanak sağlar. Bu pazarın dışında kalanlar, manevî açlıkla ve dışlanmayla gizliden gizliye sürekli tehdit edilirler. Oysaki pazarın sahipleri dışında tüm müşteriler, yaşamak yerine yaşlanmaya mahkûmlar. Bunun dışına çekilmeyi başarabilenlerse zamana karşı duramazlar elbette ama yaşlanmanın kusurunu olgunlaşarak örterler.
Bu hızlı tüketim bağımlılığı içimizdeki boşluğu dolduramadığı gibi, bir de özgünlüğümüzü elimizden alır. Yüzlerce, binlerce, on binlerce diye anılan kitlenin bir parçası oluveririz. Bize ait olmayan dertlere de kurulmaya başlarız. Dikte edilen anlayış çerçevesinde, eğlence bombardımanıyla gerçekleri terk ederiz. Bilmenin namusunu, takip edebilmenin hırsıyla değişip incitiriz.
Hepimiz keşfedebildiğimizi düşünüp kaşif olma hissiyle avunurken, aynı etiket haritalarını kullanmak zorunda kaldığımızı bile fark etmeyiz. Beğendim ya da beğenmedim diyebilme hürriyetimizi bir parmak dokunuşuyla kafeslerken, jüri koltuğunun sıcaklığıyla oyalanırız.
Ben olmayı çıkmaz bir sokağa sokup adres arayamaz hale gelmeyi vardık sanmaktan vazgeçmeliyiz. Gerekirse benlik çıkmazını ben balyozuyla yıkıp yeni yollar açmalıyız. Yola çıkmak, bizi tahammülsüzlük üslubundan kurtarıp hayata kazandıracaktır. Tabii bize de bir hayat kazandıracaktır.