Elinde örgüsü, hızlı hızlı örüyordu. Yeni gelin ve eşinin memleketine ilk defa gitmişti. Eşi, “Elinde bir şeyler olsun, bizim kadınlarımız yaşlı genç, ellerinde bir şeyler örerler. Elin boş olursa kafası doldururlar.” demişti. Alelacele bir örgü başlamış, annesinin ruhuna rahmet okumuştu; iyi ki küçücükken örgü örmeyi öğretmişti.
Eşinin büyük teyzesi yavaşça yaklaşıp, “Güzel örüyorsun, ne olacak bu?” deyip örgüyü eline alıvermişti. Memuriyet sınavındaki aday gibi yüreği tıklayarak cevaplıyordu. Kadın yavaşça yanına oturup, örgüyü külliyen eline aldı. Şişin birini kolunun altına alıp üzerinden atarak örmeye başladı ve “Kadın zarif görünmeli, bak böyle çok daha zarif görünürsün.” Derin bir nefes aldı ve “Öyle çok yavaş oluyor, böyle çok daha hızlı oluyor.” deyiverdi. Kadın örgüyü topladı, keyifsizce eline tutuştururken, “Ne acelen var? Sana ait zamanda sevdiklerine bir şey üretiyorsun, tadını çıkarsana.” dedi…
Yüreğinde bir yerlerden ateş geçti sanki, yandı, ezildi, durdu. Tadını çıkarmak… Hissetmek… Acelecilik şeytandandır, bunun için söylenmişti…
Önce külliyen her şeyi daha hızlı yapabilmek için teknolojik üretim geliştirildi. Çamaşırları elinde yıkarken kadın, giyene duyduğu sevgiyi tazeler, dualar eder, niyetler beslerdi. Tutup makineye sokuştururken eldiven takıyor şimdi. Dışarı çıkmadan kremini sürmüş, silinmesin diye. İpe asarken rengine, desenine, boyutuna bakar göz; hiza, renk, ahenk dengesini tazelerdi. Temizliği, tazeliği, serinliği hissedip dua eder; yine giyene duyduğu sevgiyi yenilerdi. Bunlar bağlarımızdı. Çıkarıp kurutucuya tepiştirirken, kaçırdığı ekran akışına koşturuyor şimdi.
Sebebi belirsiz bir hız gayreti, zamanı daha hızlı akıtmaya sebep oluyor aslında. Kalabalıkta, işin içinde veya kalabalığın akışı içinde bir durup, “Benim biraz daha burada kalasım var.” deme şansınız olmuyor. Küçük bir kavanoza doldurulmuş boncuklar gibi, sürekli sallayan tarafından zıplatılıp karıştırılıyoruz.
Elin bu işle meşgulken, aklın yedi düvelde, diğer işleri takip ediyor. Bir sorumluluk yorarken zihni, üçü beşi birbirine katıyor insan. Telaş, zamanı öğüten en güçlü etkendir. Bereketini yok eder. Sabırsızlık telaşı, telaş karışıklığı, karışıklık gerginlik ve yanlışı beraberinde getirir.
Gün içinde yapılacaklar listelerini zihninizden çıkarıp detaylı bir şekilde tablolaştırdığınızda, aslında bir günde ne kadar zorladığınızı görürsünüz; hem bedeninizi hem ruhunuzu. Bir de o plan işleyişine telefon terörünü ekleyin. Günde üç görüşme, plan işleyişinizi en az iki saat bozar, kaydırır, engeller…
Açmayacak mıyız? Hayır, elbette açacağız. Ancak işlerimizi kolaylaştıran teknolojik araçlar neden bizim sevdiklerimizle daha kaliteli ve sağlıklı canlı temaslar ve beraberliklerini sağlayamıyor? Günlük iş ve işleyişimizi kolaylaştıran her şey, aslında boş zamana değil, kendileri tarafından üretilmişi tüketme ve varlığımızı tüketilme zamanına fayda sağlıyor.
Eskiler gün içerisinde bir dostla kahve içip iki kelam edip tazelenir, eve dönünce işine sevgi ve coşkuyla devam ederdi. Kahvesini kazan boy eline alıp, zor hatırladığı lise arkadaşının sosyal ortamdan ne yediğine bakıp içine düğümler atıyor. Sonra oturduğunda işinin başına, “Bu iş bana yetmiyor, bu kazanç beni beslemiyor, başka işler de yapmalıyım.”lara geçiyor.
Tatmin seviyeleri, haz sebepleri, huzur kaynakları, sevgi pınarları, üzerlerine acelecilikle yüklenen rahatlık ve gelişme terkipleriyle gömülüp gittiler çok derinlere.
Oyun çok güzeldi: öncelikle bir kaldırıp koşturmak insanları, rahat, güven ve huzur bulduğu yerden. Önüne ona uysun uymasın renkli cafcaflı görseller sunup, üstünden başından akıtıp aklını aldılar. Herkes külliyen ayaklanıp sarhoş civcivler gibi sağa sola koşuşturmaya başlayınca ikinci levele geçildi. Hadi sakinleşelim, anı yakalayalım, farkında olalım. Nefes alma eğitimleri, farkındalık kursları, yavaşlama, dinlenme, hayatın tadını hissetme seansları.
Birini duyma, hissetme, fark etme, yakınlaşma; terapi ve kurslar… Tıpkı şampuan ve saç kremini önce ayırıp öyle satıp, sonra da ikisi bir arada yapıp buluş nidalarıyla önümüze getirmeleri gibi. Önce koşun, hayat kısa; sonra durun, hayat kısa oldu. Peki sonuç? Koşturanlar ceplerini doldurdu, şimdi “yavaşla” deyip yavaşlatmayı vaat edenler ceplerini dolduracak. Ya biz? Bize ne oluyor peki? Yavaş veya hızlı, hayatımız işgal altındayken mezarları dolduruyoruz.
Tatil fikri rahatlatır insanı. Tatil hedefi ise yorar. Hele bir de tatil kredisi, tatil borcu ömre nasıl bir etki eder, hesaplayın. Dolap beygiri deyimini duymayan yoktur. Belli bir alanda döner durur bir amaç için; sahibinin amacı değirmene su sağlamak, beygirinki ise karın tokluğu. Teşbihte hata olmaz. Dolap beygirleri gibi sadece karnımızı doyurmaya dolanıp duruyoruz.
Bulunduğun ortam, etrafındaki insanlar, çevreni kuşatan sistem, ruhunu özetleyen doğrular, ismini, seni, varlığını tanımlayan değerler nefes alıp hayat bulamıyor; çabayla canlanamıyorsa, günlük deyimle hamster dönüşü kadar daralmış demektir.
İşte insanlığın daraldığı açı; susup kaldığı yerde, akıp coşanlara su taşıma, rüzgar estirme, bakıp besleme, görüp izlemeden ibaret.
Sesini tuttuğun, tepkini yuttuğun yerde varlığından söz etmek zuldür. Sesini tutturup tepkini yutturmak da zulümdür. Zaman, cehennemin zaruret ve ehemmiyetini artırıyor.
Merhamet, Arapça “kucaklamak, şefkat göstermek” anlamındadır. Rahame kökünden mastar olarak, bu duygunun etkisiyle yapılan “iyilik, lütuf, rahmet” anlamına geliyor. Allah’ın Rahman ve Rahim isimleri bu kökten türemekte. Merhamet, öncelikle Allah’ın bütün yaratılmışlara yönelik lütuf ve ihsanlarını ifade ediyor. Kıyamete yakın, en ilk yok olacak kıymetimiz: merhamet. Besmelede Rahman ve Rahim derken, içimizde merhametin filizlerini suluyoruz. Kaç kere yapıyoruz? Gün içerisinde benliğe, bencilliğe yaptığımız yatırımsa merhamet filizlerine asit döküyor. “Ben zamanı, ben zamanı” denilecek kadar yalnız bırakıp, şimdi onarma taktikleri sunanlara merhamet edemiyorum…
Erdem veya fazilet; ahlaki olarak doğru olan şeyi yapıp, yanlış olanı yapmamaktır. Erdem kavramı, felsefe tarihinin başlangıcından beri yer alır. “İnsanın ve yaşamın anlamı nedir?” sorusuna verilen felsefi cevap, başlangıçta “erdemli olmak” olarak belirtilmiştir.
Erdemli insanlar uçuşup gidiyorlar, erdem siliniyor, ahlaki değerlerin içleri boşaltıldı. Kokteyl değerlerle ruhlar sersemletiliyor. Kadının şefkati, erkeğin gücü, cesareti gibi ifadeler yoz ve eski bulunup; robotlar gibi ruhsuz, cinsiyetsiz, duygusuz, akıl ve plan odaklı organizmalara dönüştürülüyoruz.
Eşyayı tüketmeyi süsleyip sunarlarken, içlerimizi, ruhlarımızı, değerlerimizi tüketip siliyorlar. Gören, fark eden, dur demeye yeltenen, sahip çıkıp onarmak isteyen varsa Rabbim kuvvet versin. İnsanlığın kıyameti çoktan kopmuş, dünyanınki de yakındır zannımca…
Hasbiyallah ve ni’mel vekîl…