‘Aile’ çoğu zaman altını doldurmaya çalıştığımız bir kavram mıdır? Yoksa birçok insanın kalbini, ruhunu, dünyasını aydınlatan kocaman bir güneş midir? Sanırım her ikisi de… Sizce hangisi? Sizin aile kavramınız hangi cümlede karşılık buluyor? Ben cevabını bilmediğim soruları sormak istemiyorum kendime. Tercih yapamıyorum. Gerçekten aile deyince, kaybettiğim bir oyuncağımı arıyormuş da bir türlü bulamıyormuş gibi hissediyorum. Çünkü sanırım her iki soruyu da sorarsam, aslında bu soruların da altını dolduramamaktan korkuyorum. Bazen altını dolduramadığım bir boşluk, benim içimi ısıtan bir güneş…
Peki, kimdir ailemiz? İnsanın içine doğduğu ev ona bir aile olur mu? Her anne bir evi tamamlar mı? Ya da olmayan bir babanın boşluğu da bir aile midir? Şüphesiz her anne olmasa da birçok anne, birçok evi tamamlar. Birçok ev, o anneler olduğu için güneşlenir. Evi ev yapan şey annedir. Annenin var olduğu yer güven doludur. Hiçbir şeyin çözülemeyeceği bilinse de annenin varlığı, güvenin en temel sembolüdür. Anne, bir evi ev yapan yegâne varlıktır şüphesiz.
Peki ya olmayan, yaşamayan babalar da evi ev yapar mı? İnsanın içindeki o aileye dair boşluğu tamamlayabilir mi? Sanırım olamaz, yetemez, yetişemez ki olsun… Oysaki baba, çok büyük bir önem taşır insanın hayatında. Baba demek, aslında bir yerde eyvallahsız olmaktır; kimseye minnet etmemektir. Kimseye borçlu olmamaktır baba. Babanın varlığı, bu dünyada insana olduğundan daha güçlü hissettirir sanıyorum. Babanın varlığı, kocaman bir dağ demektir. Babanın var olması, “Nasıl bir fırtınayla karşılaşırsam karşılaşayım, bana bu dünyada hiçbir şey olmaz.” demektir.
“Güvendiğim dağlara karlar yağdı.” diye bir söz var ya hani, babanın olduğu dünyada o dağlarda o karlar yağmaz sanırım. Karların yağmadığı dağlar ve güneşin daima ısıttığı o evler, sanırım bana hep anneyi ve babayı anımsatacak. Çünkü benim için aile, anne ve baba demek. Biri eksik olunca, diğeri ondan kalan eksikliği tamamlamak için çok çaba sarf edecek. Ve tıpkı bir koltukta iki karpuz taşınamadığı gibi, bir ebeveyn de iki ebeveynin tüm duygusal sorumluluğunu taşıyamaz. Ve muhakkak birini geri plana atmak zorunda kalır. Üzücüdür ama gerçek olan budur…
Bazen bazı eksiklerle başlayan bir döngü vardır. Tamamlamak istersiniz, tamamlayamazsınız. Karpuzların düşmesi de bundandır. Taşımak zordur çünkü. Gücünü yitirirsin ve kolların yetişmez. Zorunlu gidişler için kimse suçlanamaz. Fakat yalnız kalan, fırtınaya karşı dirençsiz kalan çocukların da herhangi bir suçu yoktur. Dağı gitmiş olan küçük bir çiçek de fırtınada kaybolabilir. Güçsüz kalabilir. Dağına karlar yağarsa da aşırı soğuktan etkilenebilir. Kızabilir miyiz çiçeğe? “Neden üşüdün, neden güçsüz kaldın?” diyebilir miyiz? Desek dahi makul bir cevap almayı bekleyebilir miyiz?
Nereden bakarsak bakalım ne dağlara, ne evlere, ne de çiçeklere söylenecek çok da iç ferahlatıcı cümlelerimiz olmayacak. Eğer evimiz var ve biz ısınıyorsak, annelerimize daha çok sarılmalıyız. Eğer dağımız var ve varlığına sığınıyor, bizi rüzgârlardan ve fırtınalardan korumasını isteyebiliyorsak, daha çok başımızı okşamasını isteyip sarılmalıyız. Eğer her ikisi de yaşıyorsa, koşarak yanlarına gidip birini bir yanımıza, diğerini öbür yanımıza oturtup kokularını hissedip bolca gülüşüp ve hiç yanımızdan ayırmayacağımız bir zihin fotoğrafı çekmeliyiz. Çekeceğimiz o zihin fotoğrafında yakalanmış ve tamamlanmış o kareyi kalbimizle okşamalı, var olduğumuz sürece de zihnimizin bir yerinde tutmalıyız.
Çünkü unutmayalım; yüzümüzün aydınlık tarafı ve içimizi ısıtan nadide ışık kaynağı, hep zihnimizde çektiğimiz o biricik karede olacaktır. Ona her baktığımızda ışığımızın gücünü, güven duygumuzu, sevgimizi, korkularımızı nasıl yeneceğimizi hatırlayacağız. Ne mutlu zihninde böyle bir karesi olan çocuklara. Ne mutlu o kareyi yolunda güç kaynağı yapabilenlere.
Vesselam…