Psikolojiyle ilgilenmeye başladığımda ilk olarak Sigmund Freud’un kuramları dikkatimi çekti. Freud’un bilinçdışı kavramı, özellikle bireyin çocukluk yaşantılarının ve bastırılmış dürtülerinin bugünkü davranışlarını nasıl şekillendirdiğini anlatması bana oldukça mantıklı gelmişti. İnsanın iç dünyasını açıklarken, cinsellik ve saldırganlık gibi güçlü dürtülerin bastırılması sonucunda oluşan içsel çatışmalar, Freud’un bakış açısıyla açıklanabiliyordu. Başlangıçta bu yaklaşım bana yeterli gibi görünüyordu. Ancak Carl Gustav Jung’un fikirleriyle tanıştıkça zihnimdeki birçok şey değişmeye başladı.
Freud’un öğrencisi olarak yola çıkan Jung, zamanla onun görüşlerinden ayrılmış ve kendi psikoloji kuramını oluşturmuştur: Analitik psikoloji. Jung’a göre insan ruhu yalnızca bireysel bastırılmış arzularla sınırlı değildir; çok daha geniş ve evrensel bir boyuta sahiptir. Bu anlayış, Jung’un psikolojiye kazandırdığı en önemli kavram olan kolektif bilinçdışı ile açıklanır. Kolektif bilinçdışı, tüm insanlarda ortak olarak bulunan, atalarımızdan miras kalan simgeleri ve imgeleri içerir. Rüyalar, mitler, masallar ve sanat bu kolektif bilinçdışının izlerini taşır.
Jung’un geliştirdiği bir diğer temel kavram arketiplerdir. Kahraman, ana tanrıça, gölge, bilge gibi evrensel figürler, insanın ruhsal gelişiminde yol gösterici rol oynar. Jung’a göre bu arketiplerle yüzleşmek, bireyin içsel dönüşümünü başlatır. Bu sürece ise bireyleşme denir. Bireyleşme; kişinin kendi gölgesiyle, bastırılmış yönleriyle, maskesiyle (persona) ve nihayetinde gerçek benliğiyle yüzleşmesiyle mümkündür.
Başta Freud’un Jung’a olan tepkisini doğal karşılıyordum. Sonuçta öğrencisinin farklı yollar seçmesi, bir ustayı kırabilirdi. Fakat şimdi geriye dönüp baktığımda, Freud’un Jung’a duyduğu tepkinin aslında bir kuramsal savunma refleksi olduğunu görüyorum. Öyle görünüyordu ki Freud, psikanalizin otoritesini korumak istiyordu. Ancak Jung’un açtığı kapı, insan ruhunu daha derin, daha geniş ve daha psişik (zihinsel ve ruhsal) bir düzlemde ele alan bir dünya sunuyordu. Psişik yapı yalnızca bastırılmış dürtülerle değil, aynı zamanda bilinmeyen evrensel sembollerle, sezgilerle ve ruhsal mirasla şekillenir.
Jung’un kuramını anlamak için daha da somutlaştıracak arketiplerinden gölgeyi ele almak istiyorum. . Gölge, insanın kendine itiraf edemediği, bastırdığı ya da toplum tarafından kabul görmeyen yönlerini temsil eden bir kavram olarak sunulmuştur.
Kıskançlık, öfke, hırs, açgözlülük gibi olumsuz duygularımız çoğu zaman bilinçdışına itilerek gölgemizi oluşturur. Ancak bu yönler yok olmaz; kolektif bilinçdışımızın derinliklerinde gizli kalır ve farkında olmadan davranışlarımızı etkiler. Jung’a göre insanın ruhsal gelişimi, bu gölge yanlarıyla yüzleşmeden tamamlanamaz.
İnsan için gerçek bir dönüşüm, -ki bu yol bireyleşmeye götüren bir yoldur- kişinin sadece güçlü ve iyi yönleriyle değil, aynı zamanda karanlık taraflarıyla da yüzleşmesiyle mümkündür. Bu içsel çatışma, başlangıçta rahatsız edici olsa da, gölgemizi tanımak ve kabul etmek bizi daha dengeli, daha farkında ve daha bütün bireyler hâline getirir. Bu süreçte insan kendi içsel karanlığıyla uzlaşarak aydınlığa ulaşabilir.
Konunun daha iyi anlaşılması için Jung’un kuramlarından bir diğerini de ele almak isterim. Yine Jung’un arketiplerinden Personaya da değinmek istiyorum.
Persona, bireyin toplum içinde gösterdiği “maske” veya “rol”dür. İnsanlar sosyal ilişkilerde genellikle kabul görmek, onaylanmak ya da belirli bir imaj yaratmak için bu yüzlerini kullanırlar. Örneğin iş yerinde ya da arkadaş çevresinde herkesle uyumlu, yardımsever ve neşeli biri gibi görünürken; aslında içinde sakladığı stres, öfke veya hayal kırıklıklarını gizleyebilirler. Ancak, menfaatleri tehlikeye girdiğinde ya da karşılaştıkları baskılar arttığında, bu maskenin altında sakladıkları gölge yönleri ortaya çıkar. Bu durum, insanların sosyal ortamlarda her zaman oldukları gibi olmadıklarını, aslında karmaşık ve çok katmanlı bir ruhsal yapıya sahip olduklarını gösterir. Jung’a göre, sağlıklı bir ruhsal gelişim için kişi, bu “persona” ile “gölge” arasındaki dengeyi sağlamalı ve gerçek benliğine ulaşmalıdır.
Sonuç olarak Jung’un yaklaşımının insana dair gerçeği çok daha bütüncül biçimde ele aldığını düşündüğümü belirtemk isterim. Onun düşünce sistemi yalnızca bir psikoloji kuramı değil; aynı zamanda insanın anlam arayışına, kültürel köklerine ve ruhsal gelişimine dair derin bir keşif yolculuğudur. Freud’un düşünsel katkıları elbette büyük, fakat Jung’un açtığı ufuk çok daha geniştir.
Kaynakça
Jung, C. G. (2012). Arketipler ve Kolektif Bilinçdışı. Çev. Hüseyin Alptekin. Kabalcı Yayınları.
Jung, C. G. (2007). İnsanın Yorumları. Çev. Burcu Yurt. Say Yayınları.
Kurt, F. (2013). Analitik Psikoloji ve Jung. Kaknüs Yayınları.
Şahin, N. (2016). Psikanaliz ve Analitik Psikoloji: Freud ve Jung. Anı Yayıncılık.
Baykan, E. (2019). Carl Gustav Jung ve Analitik Psikoloji. Nobel Akademik Yayıncılık.