“Gevşeklik göstermeyin, üzülmeyin; eğer inanmışsanız şüphesiz en üstün olan sizsiniz.” (Al-i İmran, 139)
Zordur bir dağın eteğinden zirveye çıkmak, zordur sayı atmadan saniyeler kala bir basketbol maçını kazanmak, zordur seneleri devirmeden çıraklıktan ustalığa geçmek, zordur cahillikten âlimliğe yürümek; zordur çabalamadan kazanmak…
Bazen hayat bizi türlü sınavlardan geçirir ve bu sınavlar çoğu zaman hayatımızın tuzu biberi olur. Öylesine sınavlara tâbi tutar ki bizi hayat, kimimizi para ile, kimimizi sağlık ile ve kimimizi de aile ile sınar. Umudun tükenmeye başladığı anlarda bazen vazgeçmeyi en güzel seçenek olarak görürüz; çünkü en kolayı budur. O anlarda umutsuzluk bir kurt gibi yer kemirir içimizi. Kapkara bir bulut gibi döner durur başımızda. Sinsi sinsi fısıldar kalbimize: “Mutsuz ol…”
Bir hastane bahçesinde hastasının iyileşmesini bekleyen refakatçiye sordunuz mu hiç, “Umudun bitti mi?” Yahut tarlasından geçen yıl hasat alamamış bir çiftçinin, mahsullerini bu yıl da alamayacak diye ümitsizliğe kapıldığını? Şahit oldunuz mu hiç yuvasından yumurtası düşmüş bir kuşun tekrar yuva yapmaktan vazgeçtiğine? Umut, bütün canlıların içinde yaşayan bir var oluş sebebidir aslında. Varoluşsal sancılar da zordur zaten ve zor olan her şeyin sonunda zafer kazanılmıştır çoğu zaman. Aslına bakılırsa her canlı hayat ile bir savaş halindedir. Her ne kadar bu savaşın kaybedeni ve kazananı olsa da mühim olan, bu savaşta umutsuzluğa kapılmadan hedeflerimizden ve tüm inançlarımızdan vazgeçmemektir. En başında bahsettiğimiz gibi bir dağın eteklerinden zirveye çıkmak elbette ki zordur ama zirveye çıkabilene ne mutlu! “Umutsuzluğun esiri olmak”… Dilimize pelesenk olan bu söze bağlılık yemini etmiş gibi hayatı sürdürmeyi bırakalım. Umudun esiri olmanın tadına varalım! Hayat, dünleri düşünecek kadar uzun değil…