Günümüzde birçok insan neredeyse hiç durmadan bir iç sıkıntısı, huzursuzluk ve kontrol edilemeyen bir düşünce akışıyla yaşıyor. Sabah uyanır uyanmaz zihnimize doluşan yapılacaklar listesi, eksiklik duygusu, yetişememe korkusu ya da belirsizlikten doğan endişe, artık sıradan hale geldi. Bu da şu soruyu beraberinde getiriyor: Hepimiz gerçekten anksiyete mi yaşıyoruz, yoksa bu durum artık modern zamanların normal ruh hali mi oldu?
Anksiyete, aslında insan doğasına ait ve evrimsel olarak işlevsel bir duygudur. Tehlike algılandığında ortaya çıkar, bedeni ve zihni harekete geçirir. Ancak günümüzde bu “tehlike” kavramı oldukça dönüşmüş durumda. Artık bizi tehdit eden şeyler bir yırtıcı hayvan ya da fiziksel bir tehlike değil; işten gelen bir e-posta, sosyal medyada yapılan bir yorum ya da çevremizdeki insanların bizden “daha iyi bir hayat” yaşıyormuş gibi görünmesi. Bu tarz uyaranlar da beynimiz tarafından gerçek bir tehdit gibi algılanıyor ve aynı fizyolojik tepkileri doğuruyor: Kalp hızlanıyor, nefes sıklaşıyor, kaslar geriliyor. Yani beden, gerçek bir kriz varmış gibi alarma geçiyor.
Eskiden nadiren ortaya çıkan bu tepkiler, artık günün neredeyse her anına yayılmış durumda. Haliyle birçoğumuz kronik bir tetikte olma haliyle yaşıyoruz. Bu noktada önemli olan şu ayrımı yapabilmek: Anksiyete hissetmek her zaman bir bozukluk belirtisi değildir. Kaygı, geleceği planlamamıza, olasılıkları değerlendirmemize ve hayatta kalmamıza yardım eden temel bir duygudur. Fakat bu duygu yoğunlaştığında, sürekli hale geldiğinde ve yaşam kalitemizi düşürdüğünde artık bir sorun haline gelir. Eğer kişi uyuyamıyor, işlevselliği bozuluyor, sosyal ilişkilerinden geri çekiliyorsa ya da sürekli bedensel belirtilerle baş ediyorsa bu, profesyonel bir destek almayı gerektirir.
Modern yaşamın dayattığı hız ve sürekli üretme/başarma hali, zihni neredeyse hiç dinlenemez hale getiriyor. Bildirimlerle dolup taşan telefonlar, sürekli karşılaştırma yaptığımız sosyal medya akışı ve bitmek bilmeyen sorumluluk listeleriyle beyin, sürekli bir “olması gereken” haliyle uğraşıyor. Bu da gerçek bir tehlike olmamasına rağmen bedeni sürekli tetikte tutuyor. En çok da kontrol edilemeyen, belirsiz durumlar bu kaygıyı tetikliyor: ekonomik krizler, gelecek kaygısı, ilişkilerdeki güvensizlik… Her şey belirsiz ve bu belirsizliğe karşı elimizden gelen tek şey düşünmek gibi geliyor. Oysa sürekli düşünmek de zihinsel olarak yoran, duygusal olarak çökerten bir döngüye dönüşüyor.
Peki bu durumla nasıl başa çıkabiliriz? Öncelikle farkında olmak çok önemli. Hissettiğimiz kaygının gerçek bir tehlikeye mi, yoksa öğrenilmiş bir tetiklenmeye mi dayandığını ayırt edebilmek, zihinsel sağlığımızı korumada büyük rol oynar. Gün içinde kısa molalar vermek, ekrandan uzak kalmak, nefes egzersizleri ya da meditasyon gibi zihni sakinleştiren uygulamalarla bedenin alarm sistemini yavaşlatmak mümkün. Aynı zamanda duygularımızı bastırmak ya da yok saymak yerine onları tanımak, neden orada olduklarını anlamaya çalışmak da bu süreci kolaylaştırır. Gerekirse bir uzmandan destek almak da çok kıymetlidir; çünkü her alarm yangın değildir ama bazıları gerçekten önemlidir.
Sonuç olarak, günümüz insanı çok yoğun bir zihinsel yük taşıyor. Bu yükün adı çoğu zaman anksiyete oluyor. Ancak her kaygı bozukluk değildir; bazen sadece sistemin uyaranlara verdiği normal bir tepkidir. Mesele bu tepkiyle nasıl yaşadığımızda, onu nasıl yönettiğimizde ve ne zaman yardım almayı seçtiğimizde gizlidir. Anksiyete, çağın ruh haline dönüşmüş olabilir; ama bu onunla baş edemeyeceğimiz anlamına gelmez.