Küçük bir kasabada, yan yana evlerde yaşayan iki komşu kızı vardı. Biri zengin bir ailenin kızı Sema, diğeri ise yoksul bir ailenin kızı Ayşe. Her şeye rağmen, aralarındaki maddi fark dostluklarına hiç engel olmamıştı. Birbirlerine hem sırdaş hem de candan birer arkadaştılar.
Aynı kasabadaki devlet okuluna giderlerdi. Sema, hep ön sırada oturur, öğretmenlerin ilgi odağı olurdu. Sınıfın gözde öğrencilerindendi. Ayşe ise çok çalışır, derslerine önem verir ama ne kadar uğraşsa da bir türlü fark edilmezdi. Yıl sonunda not ortalaması iyi olmasına rağmen, öğretmenleri ona haksızlık yaparlardı.
Bir gün Ayşe, yaşadığı adaletsizlikleri dile getirmeye çalışınca öğretmenlerinden biri şöyle dedi:
“Sen nasıl olsa liseye devam edemezsin, durumunuz ortada.”
Bu sözler Ayşe’nin yüreğine oturdu. Sessizce ağladı, derdini gözyaşlarıyla dile getirdi ama onu gören, duyan olmadı.
Zamanla, öğretmenlerin dediği gibi oldu. Sema, başka bir kasabada yatılı liseye yazıldı. Ayşe ise ailesini ikna edemedi, okula gönderilmedi. Günlerini ev işleriyle, tarla işleriyle geçirmeye başladı. Akşam olunca penceresinden Sema’nın evine bakar, iç geçirir, sessizce ağlardı.
Sema arada bir telefon eder, okulda arkadaşlarıyla nasıl eğlendiklerini anlatırdı. Ayşe sadece dinler, kısa cümlelerle cevap verirdi:
“Öyle mi? Ne güzel.”
Aradan birkaç yıl geçti. Ayşe’nin evine görücüler gelmeye başladı. Çoğu kasabanın fabrikasında ya da tarlasında çalışan işçilerdi. Ayşe, karşısına çıkanların hep işçi sınıfından olmasını kendi eğitimsizliğine bağladı. Hepsinin evlilik sorusuna “Hayır” dedi.
Bu sırada Sema üniversiteyi kazanmış, İstanbul’a gitmişti. Ailesi de kasabadaki evlerini kapatıp onunla birlikte İstanbul’a taşındı. Ayşe, her gün tarladan döndüğünde ışıkları yanmayan o eve bakar, içinden şöyle geçirirdi:
“Sema kesin odasında ders çalışıyordur. Peki, beni unuttu mu?” derdi.
Yıllar geçti. Ayşe, çocukluk arkadaşını ve birlikte geçirdikleri günleri bir türlü unutamadı. Onunla yaşadığı hatıralar, mektep aşkı başkasını sevmesine, görmesine izin vermedi.
Hiç evlenmedi.
Sema ise doktor oldu. Kendisi gibi doktor olan bir adamla nişanlandı. Düğünü doğduğu kasabada yapmak istediği için ailesiyle birlikte yıllar sonra tekrar geri döndüler.
Ayşe, Sema’nın geldiğini duyunca tarladaki işini bırakıp koşarak komşusunun evine gitti. Gerçekten de Sema oradaydı. Yanında nişanlısı vardı ve ona mahalleyi anlatıyordu.
Ayşe heyecanla seslendi:
“Sema! Canım, hoş geldin!”
Sarılmak için ona doğru koştu. Ama Sema sadece elini uzattı, yüzünde bir şaşkınlık ifadesiyle:
“Aa… Ayşe? Bu sen misin?” dedi.
Ayşe’nin üstünde şalvarı, ayağında lastik ayakkabıları, başında yazması vardı. Güneşte yanmış yüzü lekelerle doluydu, elleri ise çapa yapmaktan nasırlıydı. Sema ise mor elbisesi ve güneş gözlükleriyle şık bir görüntü sergiliyordu. Ayşe’yi baştan aşağı süzdü.
Ayşe, bu beklenmedik davranış karşısında ellerini önünde birleştirdi, gözlerini kaçırarak sadece:
“Evet, benim…” diyebildi.
Zaman Ayşe’ye acımamıştı. Güzelliğini, hayallerini alıp götürmüştü. Ama o hâlâ okulun bahçesinde, dört duvar arasında kurduğu umutlarla yaşayan o on dört yaşındaki kız çocuğuydu… Ayşe iç çekti. Aklında, belki bir gün… bir başka hayatta, başka bir ben olurdum…