Aracımın bakım zamanı gelmişti. Sanayi sitesine doğru yol aldım. Her zamanki ustamın yanına vardım. Usta, bir doktorun hastasıyla ilgilendiği gibi aracımla ilgilenmeye başladı. Ustanın büyük bir şevkle çalışması, arabaya özen göstermesi hoşuma gitmişti. İnsanın işini severek, hakkını vererek yapması ve müşterilerine saygılı davranması bir iş yerinde olmazsa olmaz davranışlardandı.
Usta bana bir çay ısmarladıktan sonra işine koyuldu. Usta işine, ben de ustaya odaklanmıştım. Tam o sırada küçük bir çocuk dikkatimi çekti. Şirin mi şirin, güzel mi güzel bir çocuk. Üstü başı yağ içinde. Ustanın numarasını söylediği tamir aletlerini minik elleriyle uzatıyordu. Bu yaşta bir çocuğun sanayi sitesinde çalışması ilginçti. İlkokul birinci sınıfı yeni bitirmiş, yaz tatilini sanayi sitesinde geçiriyordu. Belli ki fakir bir ailenin çocuğuydu. Üstü başı ve o tombik elleri yağ içindeydi. Al al yanaklarının üstünde siyah siyah yağ benekleri vardı. Simsiyah saçları alnını kapatacak şekilde tıraş edilmişti. Ona odaklandığımı fark edince kaçamak bakışlarla arada bir beni yoklamaya başladı. Arkasında bulunan bir pervaneyi arada bir çeviriyor, cebinden çıkardığı çok küçük bir oyuncak arabayı da demir bir rayın üstünde yürütüp tekrar cebine koyuyordu. Seslendim: “Gel yanıma.” diye, geldi. Simsiyah gözleri ve upuzun kirpikleri ile yüzüme baktı. Ben soru sormadan bana:
— Siz öğretmen misiniz? diye sordu.
Şaşırmıştım, nerden anladı öğretmen olduğumu. Merakımı gidermek için sordum:
— Nereden biliyorsun öğretmen olduğumu?
— Takım elbiseli ve kravatlısınız, bir de öğretmen gibi bakıyorsunuz, dedi.
Şaşkınlığım bir kat daha artmıştı. Demek ki öğretmenlere has bir bakış ve tipik bir giyinme tarzı varmış da bunu da çocuklar biliyormuş. “Aferin,” dedim, “çok akıllı bir çocuksun, adın ne senin?” deyip yanağından bir makas aldım. Kıpkırmızı dudaklarını, dünyalar tatlısı küçük dili ile bir kez ıslattıktan sonra:
— Samet. Abdulsamet. Dedemin ismi de Abdulsamet, dedi.
— Abdulsamet, dedim, adın çok güzel. Peki, okula gidiyor musun?
— Evet, dedi, parmaklarıyla biri göstererek. Birinci sınıfı bitirdim, dedi.
— Okulunu, öğretmenlerini seviyor musun? diye sordum.
— Evet, dedi. Çok seviyorum.
Sıra öğretmenlerin, büyüklerin sorduğu klasik bir soruya gelmişti:
— Peki, büyüyünce ne olmak istiyorsun? diye sordum.
O güzel siyah gözleri durgunlaştı. Başı önüne düştü. Birkaç saniye düşündü. Sonra gece uykumu kaçıracak ve beni altüst edecek bir cevapla:
— Ben çocuk olmak istiyorum. Oyuncaklarla oynamak istiyorum, dedi.
Aman Allah’ım! Bu nasıl bir cevaptı! Bir anda nefesimin kesildiğini ve yutkunamadığımı hissettim. Abdulsamet’in ustasına özenerek “Usta olmak istiyorum.” ya da klasik çocuk cevaplarından birini vermesini beklerken “Ben çocuk olmak istiyorum!” cevabı bir balyoz gibi kafama inmişti.
Evet, Samet haklıydı; çünkü biz onun elinden bir daha yaşayamayacağı çocukluğunu almıştık…