İstanbul tarihi olarak dünyanın en eski yerleşim yerlerinden biridir. Farklı imparatorluklara ev sahipliği yapması hasebiyle, ne kadar eski tarihi dokusunu ve estetiğini kaybetse de, hâlâ güzelliğinden bir şey eksilmiş değildir, tabi anlayana.
İstanbul ile alakalı ne kadar yazı yazsak gene azdır. Bu tarihi kenti, bu emsalsiz beldeyi kelimeler anlatamaz, hiçbir cümle şerh edemez.
Bazı şeyler vardır insanın hayatında, kelimelere dökemezsiniz; sadece yaşarsınız, hissedersiniz. En derûnî hislerle, duygu yoğunluğu içinde o şehrin hazzını duyarsınız. İstanbul işte tam da böyle bir medeniyet şehri.
İstanbul’un her ilçesi, her mahallesi, her caddesi ve sokağı, birbirinden güzel, birbirinden estetik halleriyle tarihe meydan okumuştur. Bir tarihçi adayı olarak şunu net olarak söyleyebilirim ki, bu kadîm şehri gezerken, seyahat ederken sadece taşı, toprağı görüyorsanız yanlış yoldasınız. O taşta hayat bulan, ihya olan tarihi ya da İstanbul’u hissediyorsanız evet, şimdi doğru yoldasınız demektir. İstanbul, dediğim gibi taşta taşı görerek gezilmez; o taşa saklanan estetiği, o maddenin içinde neşv-ü nemâ bulan tarihin ta kendisini bulacaksınız. Yoksa sadece maddeyi görür, manayı kaçırırsınız. Madde ve mana, birbirini tamamlayan iki özgün parçadır. Biri olmadan diğerinin varlığı eksik olur, kemale ermez.
Gelelim İstanbul’un sokaklarına. Tabii ki her sokağını anlatamayız. Birkaç örnek verip konumuzu tamamlayacağız. Bugün yazımızla gezmenin tadına azıcık vardık mı, gerisi sizde inşallah. Anlattığım yerlere mutlaka gitmenizi tavsiye ederim. Keyifli bir yazı oluyordur inşallah sizin için.
İstanbul’da Eminönü’nde önceleri “Gümrük eminliği” var idi. Daha sonra gümrüğü attılar, emin kaldı ve Eminönü dediler.
Eminönü’ne gitmişken, hemen orada sahilde bulunan Evliya Çelebi’nin meşhur rüyayı gördüğü camisine gitmezseniz, ne anlamı kaldı gezmenizin? Mısır Çarşısı’nın yan sokaklarında, asıl adı “Taht-el Kale” yani kalenin altı, daha sonraki ismiyle Tahtakale’nin sokaklarını gezmeyecekseniz, oturun oturduğunuz yerde. Mısır Çarşısı’ndan geçmeden evvel Yeni Cami’nin tüm ihtişamını izleyeceksiniz. Daha sonra çarşıya girip o baharat kokusunu tüm derinliklerinize çekeceksiniz. Rüstem Paşa Camii’ne gidip çini sanatının en güzel hâliyle tanışacaksınız. Oradan Süleymaniye sokaklarına doğru geçerken, Vefa’nın kömür kokulu sokaklarından geçmeyi ihmal etmeyin. Süleymaniye’de bir kuru fasulye yiyebilir, ardından Beyazıt’a doğru o tarih ve estetik kokan sokaklardan geçerek meydana çıkar, Osmanlı’nın son ve Cumhuriyet’in ilk edebiyatçılarımızın, şairlerimizin, yazarlarımızın, çizerlerimizin takıldığı “Küllük” ve “Çınaraltı” çay bahçelerinde —ki şu an yerlerinde küçük Beltur büfeler var, isimleri aynı— buralarda o eski edebiyatçılarımızla birlikte sanki çay içiyormuş gibi hissedebilirsiniz. Ama kahveyi nerede içeceğiz derseniz, meydandan biraz aşağıda Çemberlitaş’ta Çorlulu Ali Paşa Medresesi, nam-ı diğer “Babaerenler”, tam kahve keyfi yapmalık yer. Hem tarihi dokusuyla hem de enfes kahvesiyle kahve tiryakilerinin doğru adresi olacaktır.
Velhasılı kelam, bu meselleri uzatmak kolay, lakin kelimeler yetmez. Bir gün yolunuz düşerse beraber gezersek anlatırım uzun uzun. Siz bir başlayın bu muhteşem, kutsal kenti gezmeye; Evliya Çelebi gibi “Seyahat ya Resulallah!” deyin, yollar size açılacaktır zaten. Allah “Yürü ya kulum.” diyecektir. İstanbul gibi bir yerde iskan edip de burayı hiç gezmemek affedilir bir durum değildir. Şahsen ben bir tarihçi adayı ve gezgin olarak bahane kabul etmiyorum. Hem ne demişiz, “Tebdil-i mekânda ferahlık vardır.” Ferahlık isteyen, dünyanın bu yalancı kalabalığından, bu boğucu havasından kurtulmak isteyen, tabana kuvvet verecek. Herkesi Yahya Kemal’in, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Necip Fazıl’ın, Sermet Muhtar Alus’un, Orhan Veli’nin ve nice edebiyatçılarımızın memleketi olan bu kadîm kenti tanımaya çağırıyorum. İstanbul şiirdir, şairdir, hikâyedir, öyküdür, masaldır; İstanbul destandır.
Vesselam…


















