Devlet, bir milletin kendisini yönetmesi için kurduğu, adaletle işleri düzene sokması için meydana getirdiği, ilk görüşte soyut gibi gözüken ama hakikatte somut olan bir olgudur. Düzenin sağlandığı, her kesimin görevinin belli olduğu, bir medeniyet etrafında gelişen bir düzenin adıdır devlet.
Bu sistem, yani devlet sistemi, dünya üzerinde her milletin kendine has özellikleriyle meydana gelir. Lakin bu sistemi hiç şüphesiz dünyada en sistematik bir şekilde kullanan, devleti hiyerarşik sisteme en iyi uygulayan, hatta eskisi yıkılınca tekrar yenisini kuran sadece Türk Milletidir. Her devlet bir rüya üzerine kurulur ve Türkler devletleri yıkılınca yeni bir rüya görürler. O rüyaları, uyanınca gerçekleştirebildikleri ölçüde dünyada kuvvetli olurlar. O rüyalar bir medeniyet tasavvurudur. O medeniyetin en temel direği de o milletin dilidir.
Dil, bir medeniyetin olmazsa olmazıdır. Milleti bir şemsiye altında toplayan temel taştır dil. İnsanların birbiriyle iletişime geçtiği, anlaşabildikleri ortak yegâne şey dilleridir. Türk dili, bu bakımdan dünyanın en eski dillerinden biridir. Şimdilik en eski yazıt olarak bilinen Orhun Abideleri’nden anladığımız kadarıyla, o zamanlardan ta bugünlere kadar konuştuğumuz dil, yazdığımız dil, tek kelimeyle Türkçedir. Alfabeler farklılık arz etse de ortak dil Türkçedir. Türkler, dünya üzerinde çok geniş bir alana yayıldıkları için tarih boyunca farklı milletlerle, farklı devletlerle etkileşim yaşadılar doğal olarak. Dünya üzerinde saf olan hiçbir dil yoktur, olamaz. Mutlaka başka dillerden o dile geçmiş kelimeler vardır. Türkçede de bu olmuştur.
Göktürkler zamanında Göktürk alfabesini kullandık, Uygurlar döneminde Uygur alfabesini kullandık. Karahanlılar devrinde Çağatay Türkçesiyle eserler verdik. Selçuklular zamanında Farsça etkisiyle hem Farsça kelimeler kullandık hem de Müslümanlığın etkisiyle Arap alfabesiyle Türkçe yazdık. Osmanlı devrinde yine Arap alfabesiyle konuştuğumuz dil, yazdığımız dil hep Türkçe oldu. Dilimiz zaman zaman Farsça kelimelerle ağır oldu, kimi zaman halk edebiyatının savunucusu, Türkçenin bülbülü Yûnus Emre ile halkın anlayacağı bir şekilde sade yazdık, okuduk. Amma her zaman ortak noktamız Türkçe oldu. Cumhuriyet kurulduktan sonra da Dil İnkılabı’yla beraber Latin alfabesine geçip bu alfabeyle Türkçe anlaştık. Dediğim gibi, alfabeler farklı olabilir, lakin dil her daim Türkçeydi. Cumhuriyetten sonra Atatürk’ün ilk önce savunduğu, sonra hatasını anlayıp vazgeçtiği Güneş Dil Teorisi, ne yazık ki bizi kelimesiz bıraktı. Harf İnkılabı’yla ülkemizde başlayan sadeleştirme furyası ya da öz Türkçe çalışmaları belki güzel düşünülmüş fakat kesik kalmıştır, başarılı olamamıştır. Dilimizde bulunan bütün Arapça kökenli kelimeler atılmak istenmiş ama dilimizde bulunan İngilizce ve Fransızcadan gelen kelimelere dokunulmamıştır. Doğudan gelen kelimelere uygulanan sansür, ne yazık ki Batıdan gelen kelimelere es geçilmiştir. Atatürk, yaptığı hatadan vazgeçmiş, kelimelerimizin kaybolduğunu anlamış; lakin iş işten geçmişti. Ama yine de dil üzerine hayatını ortaya koymuş, ölüm döşeğindeyken bile yanındakilere dil konusunda dikkat etmelerini söylemiştir. Atatürk’ün ölümüyle, ne yazık ki dil çalışmaları gerektiği gibi devam etmemiştir. Her dönem yapılan darbeler, İkinci Dünya Savaşı’nın dünyayı soktuğu durum derken ülkemizde de bu çalışmalar durma noktasına gelmiştir.
Velhasıl-ı kelâm diyeceğim şu ki: Bir milleti yekpare hâle getiren şey dildir. Dili olmayan milletler yok olmaya mahkûmdur. Dili olmayan milletler asimile olurlar ve dünya tarihinden silinip giderler. Dilimize, Türkçemize lütfen sahip çıkalım hem de Yûnus’ça…
Vesselam.