İnsan, varoluşundan bu yana hayatta kalmak için yaşar. Yani yaşamın ilk ve en temel güdüsü, var olmaya devam edebilmektir. Beslenme ise bu içgüdünün temel taşıdır. Ne var ki bugün geldiğimiz noktada, yemek yemek artık sadece fizyolojik bir ihtiyaç olmaktan çıkmış durumda. Günümüzde beslenme, çoğu zaman duygusal boşlukların, stresin, kaygının, bastırılmış öfkenin ve hatta yalnızlığın bir dışa vurumu hâline geliyor.
Artık sadece karnımız acıktığında değil; üzgün olduğumuzda, öfkelendiğimizde, kırıldığımızda ya da kendimizi yalnız hissettiğimizde de buzdolabının kapağını açıyoruz. Aslında aç olan bedenimiz değil, ruhumuz. Lokmalarla beraber sadece yemeği değil, söyleyemediğimiz cümleleri, bastırdığımız duyguları ve görmezden geldiğimiz ihtiyaçlarımızı da yutuyoruz. Bedenimizi doyurmak için değil, içimizdeki boşluğu susturmak için yiyoruz.
Peki, ruh gerçekten yemekle doyar mı?
Bu sorunun cevabı, bizi iç dünyamızla yüzleşmeye davet eder. Çünkü yediğimiz her lokma, eğer gerçek bir açlıkla değil de duygusal bir boşlukla tüketiliyorsa, fark etmeden ruhun sancısını büyütür. O an için bastırılmış gibi görünen duygu, daha sonra bedenin farklı yerlerinden konuşmaya başlar: Hazımsızlık, şişkinlik, kabızlık, mide ağrıları, sindirim sorunları, nedensiz eklem ve kas ağrıları… Tıbbi testlerde “normal” gözüken ama kişinin hayat kalitesini bozan bu semptomların kökeninde çoğu zaman yönetilemeyen duygular yatar.
Ruhsal açlık, fiziksel açlıktan çok daha sinsi ve derindir. Çünkü onu ölçen bir laboratuvar testi yoktur. Ancak etkileri bedenin her hücresine kadar yayılır. Bu yüzden çoğu kişi kendisine neden “sürekli yeme isteğiyle savaştığını” sorduğunda, aslında yanlış soruyu soruyor olabilir. Gerçek soru şudur: “Gerçekten aç mıyım, yoksa bir duygumu bastırmaya mı çalışıyorum?”
Günümüzde çoğu birey, duygularıyla yüzleşmek yerine onları yemekle bastırmayı tercih ediyor. Bunun nedeni çoğunlukla bu davranışın farkında olmamak. Toplum olarak “güçlü olmak”, “dik durmak” gibi kavramlarla büyütüldüğümüz için çoğu zaman üzülmeye, yorulmaya ya da kaybolmuş hissetmeye hakkımız olmadığını düşünüyoruz. Bu duygularla yüzleşmek yerine, daha kolay ve hızlı bir çözüm arıyoruz. Ve genellikle bu çözüm, mutfağa gidip bir şeyler atıştırmak oluyor.
Ama bastırılan duygu, sadece susar. Asla yok olmaz.
Oysa bu döngüyü fark etmek, dönüşümün en kıymetli adımıdır. Her yemek yeme isteği geldiğinde kendinize şu soruyu sorun:
“Şu an bedenim mi aç, yoksa ruhum mu?”
Eğer yanıt ruhunuzsa, asıl ihtiyacınız olan şeyin ne olduğunu bulun: Belki bir nefes almak, belki biriyle konuşmak, belki sadece ağlamak… Belki de sadece duygunuzu kabul etmek.
Yemek yemek bir ihtiyaçtır, ama duygusal açlığı yemekle doyurmaya çalışmak bedenimize haksızlıktır. Çünkü o zaman ne beden gerçekten doyar ne de ruh.
Gerçek iyilik hâli, ruhun da bedenin de doyduğu bir dengede başlar. Ve bu denge ancak farkındalıkla kurulur. O yüzden bu yazıyı okuduktan sonra lütfen kendinize şu basit ama güçlü soruyu sorun:
“Bugün neyi bastırmak için yedim?”
Ve belki de uzun zaman sonra ilk defa sadece midenizi değil, içinizi de fark etmeye başlarsınız…