Sesler yaşamın, sözlerse sevginin habercileriydi.
O sabah, son zamanlarda yaptığım gibi yürüyüşe çıkmıştım. Adımlarımı atarken dinlemeye koyulduğum kuru yaprakların sesi, kuşların kimi zaman öfkeli, kimi zaman keyifli muhabbetleri, yapay çimlere adım attığımda başkalaşan o ses ve yürüyüş yolundaki teyzenin koluna taktığı anahtarın şıkırdayan melodisiyle karışan çapraz çantamın fermuarının tuttuğu tempo…
İşte tüm bunlar yaşamın sesleriydi.
Bunlara odaklanmış yürürken, önümdeki merdivenlerden yola, renkli şortu ve pembe tişörtüyle bir kadın indi. Önümden yürüyünce, istemsizce bacaklarındaki varisleri gördüm; yine de dinç duran vücudunu fark ettim. Karşıdan, hemen hemen aynı yaşlarda olduklarını düşündüğüm 60-65 yaşlarında bir beyefendi yaklaşarak, sakin bir tonla “Geç kaldın.” dedi. Kadınsa “Daha saat sekiz.” diyerek gülümsedi. Bana göre amca sayılacak yaştaki bu beyefendi, kadının elini tuttu ve el ele yürümeye devam ettiler. Arkalarından bakarken özenmedim desem yalan olurdu. Maşallah derken de bizi geçirdim aklımdan. Şimdilerde bile, yapmayı sanki unuttuğumuz bir şey gibi geldi aklıma bu davranışları. O yaşlarda daha da zor desem de, yaşamın ne getireceği belli değildi. Belki de insanlar yaş aldıkça daha bir kıymetli oluyordu ilişkiler; sevgi bağı zamanla güçlenir miydi sahi?
Sonra düşündüm… Yakın zamanda, doğum günümde o günü bir sahil parkında tamamladık, yürürken elimi tuttu eşim. Yakınlaştı. Haksızlık ettiğimi düşündüm ona. Esasında iyi adamdı, hoş adamdı; ya biraz sinirliydi işte. Bile bile evlenmiştim. Bu seçim bana aitti. Ben de çok sakin sayılmazdım ya, hayat zamanla inceden bir sakinlik, bir dinginlik nasip ediyordu sanki.
Sabretmeyi, sakin kalmayı deneyimlemek beraberinde bir sürü güzellik getiriyordu; kısa süreli denemelerimde görmüştüm bunu aslında. Yine de insan her zaman aynı dinginlikte kalamıyordu işte.
Kulağım yine teyzenin bir bileklik gibi koluna taktığı anahtarların sesine kaydı. O sırada oturduğum merdivenlerde doğa öylesine huzur verirken, insanın elinde olmadan ortaya öylece bırakıverdikleri dengeyi bozuyordu. Bir anlamda elindeydi de insanın; işte insanoğlu “istemeden oldu” demekle yetiniyordu genelde.
İstemeden olmasaydı da, isteyerek daha güzelini yapsaydık nasıl olurdu peki? İsteyerek alıverseydik yerdeki çöpü yahut hiç atmasaydık. İsteyerek bir kap su koysaydık da kapımızın önündeki kaba kedisi, köpeği, kuşu yararlansaydı. İsteyerek dalını bükmektense sarılsaydık mesela bir ağaca. İsteyerek izleseydik gökyüzünü. Ve doyasıya dinleseydik, rengârenk seslerin cümbüşünü.
Çünkü yaşamak sadece nefes almak değil. Yaşamak, duymak… dokunmak… hissetmek.
Yaşamak, elimizi uzatıp bir yüreğe dokunabilmek.
Ve bazen en büyük mucize, sadece “Seni seviyorum.” diyebilmek.
Hadi, hayatın sesini biraz daha açalım şimdi. Kulak verdik mi çalan şarkıya? “Sarıl.” diyor sıkıca yanında durana, kimsecikler yok mu o hâlde aç kollarını, kendini sarıp sarmala. Kendine şefkatten geçer dünyaya açılan o aydınlık yol… Sarıl da açılsın tüm yollar, tüm tepeler düze çıksın hikâyenin sonunda.