Video izlerken birden döndü ve sakince, “Köfte yaparken soğanın suyunu sıkıp koymak lazım,” dedi ve video izlemeye devam etti. Sakin bir insandı fakat sevdiklerinin yanında bambaşka birine dönüşürdü. Yalnızlığı çok sever ama bir o kadar da nefret ederdi. Bazen sessizliğe gömülür, saatlerce tek bir kelime etmeden otururdu. Ama birisi odanın eşiğinden başını uzattığında gözleri parlar, aniden neşelenirdi. Sanki içinde biri daha yaşıyordu. Belki bir çocuk… belki bir canavar.
Bir gün, çayıyla birlikte pencerenin önünde otururken bir mektup geldi. Zarfsızdı. Üzerinde ne isim, ne adres… sadece üç kelime yazıyordu: “Artık zamanı geldi.” O günden sonra tuhaflaştı. Geceleri uykusunda konuşmaya başladı. Bir keresinde, sabaha karşı sessizce kalktı ve mutfağa gitti. Odanın diğer ucunda oturan kardeşi onu fark etmeden izledi. Adam, soğanın kabuğunu soyarken bir yandan da fısıldıyordu: “Onları korumak için… hepsini tek tek…” Kardeşi önce bunun bir rüya olduğunu sandı. Ta ki ertesi sabah, evin önündeki topraklık alana yeni kazılmış küçük bir çukur fark edene kadar.
İki gün sonra kayıp ilanları çıkmaya başladı. Mahalledeki kediler, kuşlar… derken bir çocuk… Polisler her yere bakıyor, ev ev soruşturuyordu. Her gece birileri kayboluyordu. O ise mutfakta oturmuş, yine sakince köfte yoğuruyordu. Soğanın suyunu sıkmadan atmak üzereydi ki durdu. Başını yavaşça kaldırdı ve boş duvara bakarak mırıldandı: “Anne, sen hep böyle yapardın. Ama ben daha iyisini biliyorum artık.” O an, televizyonun sesi kesildi.
Ekranda onun çocukluk fotoğrafı vardı. Altında ise bir yazı: “10 yıl önce kaybolmuştu. Hiç büyümemeliydi.” Fotoğrafı gördüğünde bir an nefesi kesildi. Ekrandaki küçük çocuk… tam 10 yıl önce kaybolduğu söylenen çocuk… kendisiydi. Aynı gözler, aynı yanaklar, aynı bakış. Ama o şimdi otuz yaşındaydı. Ya da öyle sanıyordu.
Birdenbire her şey anlamını yitirdi. Anılar… çocukluğu… ailesi… Sanki başkalarına ait sahnelerdi hepsi. Sesler çakışıyor, görüntüler bulanıklaşıyordu. Mutfak lambası titredi. Tezgâhtaki bıçak hafifçe kımıldadı. Ve bir ses… Ta derinlerden, kafasının içinden gelen bir ses: “Sana kim olduğunu hatırlatmamız gerek.” Ellerini başına götürdü, gözlerini kapattı. O an geçmiş bir anda şimdiki zamana doluştu.
Köy evi. Ormanın kıyısında bir ev. Karanlık bir bodrum. Ve orada, kapısı olmayan bir oda. Duvarlara kazınmış adlar: Mehmet, Ayşe, Hüseyin… Ve en altta kendi adı: Baran. Hafifçe gülümsedi. Artık her şey netleşiyordu. O çocuk orada kalmıştı. Kendisi ise… başka bir bedenle, başka bir akılla devam etmişti.
Kapının zili çaldı. Açtığında karşısında yaşlı bir kadın duruyordu. Elinde eski bir oyuncak ayı vardı. Gözleri doluydu ama sesi sakindi: “Evladım… seni geri almaya geldik.” Gitmenin zamanı gelmişti. Çocukluğuna, ruhuna dönme vaktiydi.