Uğultulu Tepeler, Emily Brontë’nin ölümünden bir yıl önce bitirdiği ilk ve tek romanıdır.
1801 yılında başlayan roman, bizleri tam anlamıyla Victoria Dönemi’ne (19. yüzyılın ikinci yarısı) götürmektedir.
Kitapta, her bir karakter üzerinden İngiliz toplumunun sınıf, servet ve gelenek konularındaki ayrımları derinlemesine anlatılmaktadır.
Her bir karakterin sosyal farklılığı, bir elbise gibi o kadar güzel üzerine giydirilmiştir ki bu durum, romana apayrı bir çekicilik kazandırmaktadır.
Klasik eserlerde pek rastlanmayan, gözlemci bakış açısıyla yazılmış bir roman olarak karşımıza çıkar Uğultulu Tepeler. Olaylar, Nelly Dean tarafından bize anlatılır. Aslında ilk başta Lockwood’un anlatımıyla başlar. Bizler okurken olayları iki farklı kişiden dinliyor, yani okuyoruz.
Evet, başta biraz karışık gibi görünüyor. Bu yüzden ben de ilk yirmi sayfayı tekrar okumak zorunda kalmıştım. Olayları kafamda toparlamak biraz beni zorlamıştı.
Zaten klasiklerin en büyük özelliği de çok sayıda karakterin olması ve bunların farklı unvanlarla yazılması değil mi?
Bu yüzden yorumlarda, kitabı biraz okuyup bırakanlarla çok kısa sürede (hatta bir günde) bitirenler arasında kaldığını görürsünüz.
Uğultulu Tepeler, pek çok yerde bir aşk romanı olarak anılsa da ben o tadı alamadım. Çocuklukları birlikte geçen iki gencin birbirine olan (saplantı hâline gelmiş) tutkularından bahseder.
Bunu daha iyi anlayabilmek için romandan bir bölümü sizinle paylaşayım:
“Zaten benim için Catherine’le ilgili olmayan bir şey var mı? Hangi şey onu bana anımsatmıyor ki? Şu zemine baksam, taşların üzerinde onun yüzünü görüyorum. Her bulutta, her ağaçta o var. Geceleri havayı o dolduruyor; gündüzleri baktığım her şeyde onun düşünü görür gibi oluyorum. Sanki her tarafımı onun hayali çevirmiş. Rastgele erkek-kadın yüzleri, dahası kendi yüzüm bile bana onunkine benziyormuş gibi geliyor. Bütün dünya, onun da bir zamanlar yaşadığını, benim onu yitirdiğimi gösteren korkunç anılarla dolu.”
Evet, bu sözler kulağa çok hoş gelebilir. Ama bu tutkunun insanı nasıl bir canavara dönüştürdüğünü, sayfaları çevirdikçe iliklerinize kadar hissediyor; buna rağmen bir şey yapamıyorsunuz.
Aşkın ve sevginin insanı iyileştirmesi gerekirken, burada insanın kötülükte ne kadar ileri gidebileceğini görüyorsunuz.
Tabii, buna aşk denilebilirse!
Kitabın konusu kadar olayların geçtiği mekânın ve havanın da kasvetli bir yapısı vardır. Kitabın isminden de anlaşılacağı gibi Uğultulu Tepeler; gotik tarzda evlerin, sisli gökyüzünün, yağmurlu ve karanlık günlerin hâkim olduğu bir romandır.
Ama insan hayatı da hep günlük güneşlik değildir; öyle değil mi?
Zayıf, acınası bir karakter gücü eline geçirdiğinde acımasız ve kötü birine nasıl dönüşür? İşte bu sorunun cevabını bulmak istiyorsanız, kesinlikle bu kitabı okumanız gerekir.
Mr. Heathcliff… Sanırım bu ismi ömrüm boyunca unutmayacağım. Suç ve Ceza’daki Raskolnikov gibi.
Raskolnikov, iki kişiyi öldürmesine rağmen onu hiç suçlayamamıştım. Zaten kendisi de vicdanıyla cebelleşip durmuştu. Sonunda vicdanı ağır basmıştı. Ama buradaki karakter ise sizi tam anlamıyla çileden çıkarabilir. Aman, dikkat!
“Bu kadar da olur mu ya?” demelerinizi şimdiden duyar gibiyim.
İnsanın sinir sistemini geren bir roman gibi görünse de bu yüzyılda buna benzer olayları her gün televizyon ekranlarından izlemekte değil miyiz?
Karşımda “Bu kitabı neden okumalıyım?” diye soran biri olsaydı, şu dört maddeyi sıralayarak yazımı bitirmek isterdim:
- Tüm genç kızların (hatta erkeklerin; Linton gibi…) kalplerini açarken karşısındaki kalbe çok dikkat etmesi gerektiğini,
- İnsanın kendisini oluşturan genleri atalarından getirdiğini ve yalnızca dış görünüşün değil; huyun, mizacın, iç dünyanın ve özellikle ruhun nasıl şekillendiğini görmek için,
- İlahi adaletin var olduğunu; bunun bazen çok uzun sürse de mutlaka yerini bulduğunu ve bir nesil sonra bu adaletin gözler önüne serildiğini görmek için,
- İki ruhun benzerliğinin, birbirini aynalamasının; aynı zamanda insanın görmek istemediği yönlerini de ortaya çıkardığını anlamak için…
“Onu yakışıklı olduğu için değil, kendimden çok bana benzediği için seviyorum, Nelly. Ruhlarımızın neyle yoğrulduğunu bilmiyorum ama onunkiyle benimki aynı hamurdan.”
Karanlık ve kasvetli bir Victoria Dönemi’ne ait bu başyapıtta, insana ait tüm karanlık noktalardan geçecek; bakalım, ışığa kavuşabilecek misiniz?
Hadi, kolay gelsin! 😁



















Yine okumadığım bir kitabı tanıdım. Teşekkürler…
Çok teşekkür ederim
Çok güzel bir yazı olmuş ellerinize sağlık
Çok teşekkür ederim
Yazınızı keyifle okudum. Bir sonraki yazınızı merakla bekliyorum😍
Çok teşekkür ederim