Şalıma sarınmış güvertede oturuyordum. Hava çok serin olmasa da bir şeylerle temas etme ihtiyacım vardı sanırım, bir şeylere dokunup rahatlamak istiyordum. Bunun için eşim vardı aslında, yalnız sayılmazdım ama kim bilir nerelerdeydi? Genellikle olduğu üzere neredeyse bütün yolculuk boyunca nerede ve nasıl olduğum umurunda olmamıştı. Aşağıda arkadaş grubuyla oturmuş maç muhabbeti, siyaset üzerine engin bilgilerini paylaşma, işle ilgili sorunlar derken koyu bir sohbete dalmıştı ve beni gözü bile görmüyordu. Asıl ihtiyacım olan oydu oysa. Onun varlığını duyumsamak, beni önemsediğini hissetmek belki de kendimi daha iyi hissetmeme yardımcı olacaktı, ama o yoktu. Saatlerce çakılı kaldığı kafedeki o koltukta hiç sıkılmadan durmasını anlayamıyordum. Aslında benimki bir bağımlılık veya kapıldığım bir paranoya değildi. Onsuz bir an bile yapamıyor da değildim. Sadece yalnızdım. Belki de gece karanlığa boğduğundan dünyayı ben de içime dönüyordum.
Çocukluğumdan beri gece vakti pencereden dışarısını izlemeyi, caddeden tek tük geçen arabaları, birer birer kapanan mağazaları, bütün günün yorgunluğunun ardından evlerine çekilen insanları, onların perdelerinin aralarından sızan o değişik hayatları merakla ve hazla izlerdim. Bütün bu farklılıklar zihnime bir tüy hafifliğiyle konar, hafızama da bir o kadar kalıcı bir biçimde işlerdi. Şimdi yetişkin bir kadın olsam da gecenin üzerimdeki büyüsünün devam etmekte olduğunu hissediyorum. Ilık yaz akşamları balkona çıkarak etrafı gözlemlemek hala en sevdiğim şey. Neden ve nasıl oluyor bilmiyorum ama gece karanlığı çökünce benim yüreğimin kapıları sonuna kadar açılır. Orada şahit olduğum, anımsadığım duygu ve olaylar her seferinde bende bambaşka etkiler bırakır, böyle kendi içime döndüğüm zaman kendime de biraz daha yaklaşmış, aklımdaki düğümleri biraz daha çözmüş, yüreğimdeki sıkıntıları bir nebze de olsa hafiflemiş bulurum. Gece benim için bir anlamda içsel yolculuk demektir. Her yolculuğum benim için bazen bir arınma bazense temelli bir kayboluştur. Bu sefer de benzer şekilde bir içe dönüş yaşıyorum. Gece yüreğimi saran iç sıkıntımın imdadına koşuyor, fakat yalnızlığımı daha fazla duyumsuyorum. Oysa karşımda uzanan ay mehtabı öyle güzel ki bu hoş anı sevdiğim adamla paylaşmak varken burada onsuz tek başıma oturmam gerçekten yüreğimi acıtıyor.
İçime baktığımda yalnız bir kadın görüyorum. Eşinin onu süs bebeği gibi yanında gezdirmesi dışında görülmeyen, duyulmayan bir kadın. Ne hissettiklerinin ne de düşündüklerinin önemsendiği, güzel yüzü ve endamlı fiziğinin bir araçmışçasına, bir nesneymişçesine kullanılarak çevresine prestijli gözükmek ve o güzelliğe sahip olduğunun gururuyla cemiyette boy göstermek için eşi tarafından bir eşya gibi kullanılan o kadını görüyorum. Hatırlıyorum da eskiden belki sıradan denilebilecek fakat yine de sahici bir yaşamım vardı. O sıradanlığın içinde var olduğumu, önemsendiğimi ve her şeyden evvel gerçekten sevildiğimi hissettiğim bir hayat sürdüğüm ailem ve sevdiklerim vardı. Sabahtan akşama yüzmekten esmerleşen tenim, sahildeki iri kayaların altında yuvalanan, avlamaktan hiç bıkmadığım yengeç ve midyelerim vardı. Her sokağı deniz kokan kasabamız benim küçük cennetimdi. Sokağımızı bir baştan öbür başa saran şebboylar, yaseminler, akasyalar, güller, gölgesinde dinlendiğim serviler çocukluğumun en güzel yıllarında anılarımı da renklendiren ayrıntılardandı. Bütün bunları ne ara yitirdim bilemiyorum. Galiba o zamanlardan bir şeylerin eksikliğini içimdeki en derin yerlerde hep duyumsayacağım.
Evlendikten sonra bir daha doğup büyüdüğüm o kasabaya dönmedim. Dedeağaç’tan, çocukluğumun geçtiği o küçük balıkçı kasabasından hafızamda en net kalan anılarım işte bu saydıklarım. Köklerime olan vefasızlığım yüzünden mi cezalandırılıyorum kuşkusu düşüyor içime bazen, oradaki anılarıma sırt çevirdiğimden gelecekteki tüm mutlu olabileceğim günleri elimin tersiyle itmiş mi oldum? Yoksa yıllardır içimde yankılanmakta olan o ses, vicdanımın sesi bu yüzden mi hiç durmamacasına ve inatla varlığını sürdürüyor?
Yaklaşık dört saattir gemideyiz. Demir yığınının horuldayan motorunun sesi de olmasa denizde ilerlediğimizin bile farkına varmayacağız neredeyse. Yanımdan hiç eksik etmediğim kitabıma gömülmeye çalışmak nafile bir çaba. Yüreğimdeki ağırlık buna zerre kadar müsaade etmiyor. Tek istediğim deliler gibi yazmak. Çünkü gözlerime dolan yaşlara başka türlü hâkim olamıyorum. Başımı defterime eğdiğimde etrafımı saran saçlarımla gözyaşlarımı çevreden gizleyebildiğim gibi içimin birikmişliklerini akıttığım kalemim ve defterim de imdadıma yetişiyor.
Dünya üzerindeki en yalnız insan gibi hissediyorum kendimi. Ve ben herkesin değil, sadece sevdiğim adamın varlığını arıyorum yanımda, belki de imkânsızı istiyorum, belki de… Ve bütün bunlar akıyor durmaksızın yüreğimden, kelimeler sanki acıyla ilişiyorlar satırlara, yoksa bana ait olduğundan mı onlara bakmak bile acı hissettiriyor, bilemiyorum. Acaba bir başkası da benim gibi mi görür, duyar bu ak sayfalara kapkara düşmüş harfleri?
Tek bildiğim yazmak, ne olursa olsun yazmak, her koşulda yazmak… Ne zamandır burada bu haldeyim bilmiyorum ama önümde açık durmakta olan sayfalara bakılırsa bir hayli geçmiş zaman. Öyle ki sırtım ağrıyor iki büklüm oturmaktan, şalım plastik sandalyenin iki yanından aşağıya sarkmış, hafif tutulan omuzlarım onun yokluğunu bana iyiden iyiye hatırlatıyor. Kaçamak bakışlarla etrafımı süzerken vücudumu esneterek biraz etrafta dolaşma ihtiyacı duyuyorum. Denizin yüzeyini süpürüp gelen rüzgâr o bilinmezlerle dolu dünyaya ait kokuyu da beraberinde getiriyor. Gözlerimi kapattığımda hafif serinlikle beraber burnuma vuran o koku yüreğimi biraz daha hafifletiyor. Yalnız bu gezinti bana yetmiyor, eşime göz atmak için adımlarım güvertenin giriş kapısına ve oradan da merdivenlerden aşağıya inen basamaklara yöneliyor. Kafenin rahat koltuklarına gömülmüş sohbetin en koyu anında yakaladığım eşim, çevresindeki kalabalığa ay içinde yaptığı kârları ve şirketinin para politikalarını anlatıyor. Piyasanın dâhisi ilan ettiği kendisini artık benim de ezberlediğim cümlelerle övmediği bir an bile yok neredeyse. Ben gelince: ‘‘Sen de nereden çıktın?’’ der gibi anlık beliriveren bir bakışın ardından hiç bozuntuya vermeden yüzüne geniş bir gülümseme yayılıyor: ‘‘Aa hayatım hoş geldin, bugün yine her zamanki gibi çok güzelsin.’’ deyip yanağıma bir öpücük konduruyor. İçim üşüyor. Sonra etrafına: ‘‘Bakın ben ne kadar güzel bir şeye sahibim.’’ dercesine bir edayla bakıyor. Ailesine zorla aldırdığı ve kısa sürede ilgisini yitireceği çok pahalı bir oyuncağı kıvançla arkadaşlarına gösteren şımarık bir zengin çocuğu gibi… Bütün bunlar çalışılmışa benzeyen, son derece yapay ve alışıldık seremoniler. Her şeyin sahteliğini derinden hissetmeme, değiştirmeye muktedir olamadığım hayatımla ilgili bütün gerçekliğe rağmen, kırgın kalbime tuz basarcasına zoraki bir gülümseme iliştirmeye gayret ediyorum dudaklarıma. Etrafımı şöyle bir süzüp ‘‘iyiyiz’’ mesajı verdikten – bunu yapmazsam gece kamarada kopacak kıyameti de biliyordum, neden etrafa karşı kötü bir görüntü verdiğimle ilgili eşimden işiteceğim azarlara karşı artık bu otomatikman alınmış bir tedbirdi – az sonra eşimi bir başkasının sorusuna cevap vermek üzere bana sırtını dönmüş şekilde buluyorum. O andan sonra acıdır ki benim onun yanındaki varlığımı çoktan unutmuş oluyor. Onunla münakaşaya girmemek için ilgisizliğinden dem vurduğum sayısız konuşmamızdan bir yenisini daha erteliyor, içeride bunaldığımı bahane ederek tekrar kendimle kalmak üzere güverteye çıkıyorum. Neyse ki pek az olan insan kalabalığı kendimi daha rahat hissetmeme yardımcı oluyor. Şalıma daha da sıkı sarılıp tırabzanlara yaslanıyorum. Fistolu elbisemin uzun eteği hafifçe titreşiyor, temiz hava zihnimin yapışan kılcallarını açıyor. Bu kalabalıklarla dolu ve keşmekeşle geçen hayatın içinde kendime bulabildiğim o küçük duraklar can simidim gibi. Nefes al… Nefes al… Bu arada kendi derdime o kadar dalmışım ki az ötedeki genç adamı fark etmedim. Sebebini bilmediğim bir şekilde dikkatim ona yöneliyor. Ne zamandır orada oturuyor emin değilim ama halinde çok farklı bir şeyler olduğu kesin. Elindeki deriden küçük valizine sarılmış, ileri geri hafifçe sallanarak dalmış denizin karanlığına doğru. Gözlerinde kesif bir hüznün emareleri seziliyor. Anlaşılan o da benim gibilerden, içinin derinliklerine dalmış güçlü bir hesaplaşmanın kucağında debelenip duruyor. Usul usul inliyor aman dilercesine, gözlerinin kenarından inen sicim gibi yaşlar yüzünü çocuksu bir ifadeye bürüyor. İç dünyasına o kadar gömülmüş ki etrafında neler olduğunun, ona dönük meraklı bakışların dahi farkında değil. Çatık kaşlarının altında parlayan kan oturmuş gözleri yaşadığı sıkıntının büyüklüğünü ele veriyor. Acı içindeki bu gözler benim de içime dokunuyor. Yaşadığı duygunun büyüklüğüyle kendini aşılmaz bir kalenin burçlarına hapsetmiş, bu nedenle onunla iletişime geçme cesareti bulamıyorum kendimde. Kendi hezeyanları içinde boğulurken zaten kimseden yardım bekleyen bir hali de yok gibi görünüyor. Böyle zamanlarda insanın tek istediği yalnız bırakılmak olur, iyi bilirim. Gerçi ben de bu konuda pek zorluk çekmem, yalnız kalabilmekte üstüme yoktur. Hemen bir köşeye sığınır, kimselerin beni bu perişan halimle fark etmemesi için dualar ederim. Bu genç adamın da bu şekilde hissediyor olabileceğini düşünerek uzak kalmayı tercih ediyorum fakat bakışlarımı da üzerinden alamıyorum. Çünkü hal ve tavırlarında o kadar farklı bir şey var ki istesem de dikkatimi başka bir şeye yöneltemediğimi fark ediyorum. Hıçkırıklarının ve inlemelerinin ele verdiği varlığı normal şartlarda olağanüstü bir dikkat çekiciliğe sahip değil. Bir erkeğe göre hayli sıska bedeni ona çocukça bir hal katıyor. Tırnaklarını geçirdiği küçük el bagajı bütün hıncını çıkarabildiği yegâne eşyası olduğundan mıdır bilinmez epey bir hırpalanmışa benziyor. Az sonra salınmalarına bir son verip buruşmuş bavulunu bir kenara atarak tırabzanlara yaklaşıyor. Biraz önce gözlerinde hissedilen o derin hüznün yanına bir kararlılık da yerleşmiş gibi… Kemikli ve bir erkeğe göre oldukça zarif olan elleri tırabzanı kavrıyor, bir ayağını dayadığı alt basamaktan bedeni yavaşça yükselmekteyken bir anda arkadan çıkıp gelen bir adam onu yere seriyor. Ağır çekimde bir filmi izler gibi olduğum bu görüntü karşısında son derece şaşkınım. Eğer gemide çalışan o işçi olmasa benim fal taşı gibi açılmış gözlerimin önünde az kalsın bir intihar gerçekleşecekti. O denli korktum ki olduğum yerde büzülüp kalmışım. Bu başarısız girişiminden sonra onun da utancından yerin dibine geçmek istediğini anlıyor ve yanına gitmiyorum. Gecenin şefkatinin ona biraz daha iyi gelmesini diliyorum. Biraz önce yaşanma ihtimali olan olayın dehşetinden kendimi kurtarmak için alt kattaki kafeye yöneliyorum. Eşim her zaman olduğu gibi kendini sohbete öyle bir kaptırmış ki biraz ötede grubun yanından geçtiğimden habersiz konuşmasına devam ediyor. Bir an önce sert bir kahve içerek kendime gelmek için sabırsızlanıyorum. Standın önünde sıramı beklerken yukarıdaki gence rastlıyorum. Bakışları yerde, aceleyle bir fincan kahve alıp tekrar yukarıya çıkan merdivenlere yöneldiğini fark ediyorum. O sırada shot bardağını elime tutuşturan, son kahveleri de verip bir an önce yatağına dönmek isteyen yorgun ve sinirli görünümlü baristaya safça bakmış olmalıyım ki ondan da garip bir bakışla karşılık alıyorum. Olsa olsa üç yudumda bitirebilecek kahve öyle acı ki içer içmez beni kendime getiriyor. İçimi saran merakla tekrar güverteye çıkıyorum. O genç adamı arıyor gözlerim ve çok geçmeden buluyorum da. Arkasındaki sırada oturmuş gözlerini üzerinden ayırmayan turuncu parlak yelekli işçi ve göz hapsinde olduğunun bilincindeki genç adamın hemen çaprazındaki beş kişilik kadın grubunun haricinde başka kimsecikler kalmamış etrafta. Gecenin ilerleyen bu saatinde çoğunluk uyumak için bir köşeye çekilmiş. Kahve zihnimi öyle bir açtı ki bu saatten sonra uyumak benim için pek mümkün değil. Üstelik ona karşı deli gibi de merak duyarken… Hayret ki eşim az sonra arkamdan çıkageldi. Benim burada olduğumu hatırlayıp kamaraya çekileceğini haber vermeye gelmiş. Ben uykumun olmadığını söyleyerek iyi geceler dilemekten başka bir şey yapamadım. Oysa yanımda oluşuna ne kadar çok ihtiyacım vardı. Ama artık bıkmıştım sevgi dilenmekten, benim zorumla gösterilen kısa süreli ilgi artık ruhumu doyurmuyordu. Hem o kadar emindim ki ben rica etsem gönülsüzce yanımda oturacak, karşımızdaki güzel mehtabın tadına varmak varken bir şekilde başka şeylerden kavga sebebi çıkaracaktı. Eğer bu da olmazsa elindeki telefona gömülüp piyasaları takip etmeyi birlikte geçireceğimiz birkaç romantik dakikaya tercih edecek ve bu zoraki yanımda bulunuşu yüzünden suçlayan bakışlarıyla beni daha da çok yaralayacaktı. Bu durumda bana düşen iki durumdan birini, aşağılanmış ve zoraki bir ilgidense sükûnet ve acı dolu bir yalnızlığı seçtim… Karşımda uzanan ışıl ışıl kıyı şeridi gecenin koynunda yalnız olmadığımızı, içinde bulunduğumuz geminin bir hiçliğe doğru gitmediğini bize kanıtlıyordu. Neyse ki epey yol aldık. Birkaç saat içinde Bari’ye inmiş olacağız. Ardından Roma’ya uzanan ve kat etmemiz gereken onca yolu düşünmek bile yorgunluğumu kat be kat arttırıyor. Sonra uykusuzluktan şişecek yüzümün ve gözlerimin eşimin hiç hoşuna gitmeyeceğini hatırlayıp hiç istemesem de kalkıyorum. O genci ardımda tırabzanlara dayanmış dalgaları izler halde bırakarak kamarama dönüyorum.
Ertesi sabah uykusuzluğun izlerini yüzümden silmek için bolca makyaja buladığım yüzüm ve yeni giydiğim ipekli elbisemle kocamın kolunda restorana inerken boy gösteriyorum. Zarif kısa topuklu ayakkabılarım zeminin ahşabında hoş bir tını bırakırken bütün bakışları üzerimde topluyorum. Eşim de jilet gibi son derece şık bir takım elbise giyinmiş. Zaten her zaman kendine çok özenlidir. Estetik anlayışına uymayan hiçbir şeye etrafında yer vermez, bu giydiği kıyafetlerden tutun bindiği arabaya, aldığı en ufak eşyadan arkadaşlarına dek böyledir. Her zaman olduğu gibi zinde ve son derece kendinden emin. Kolunun altından kavradığı elimi canımı acıtacak şekilde sıkıyor. Yüzümdeki şişlikleri fark etmiş ve hoşnutsuz bakışlarıyla bunu belli ediyor. O zoraki gülümsememi yüzüme iliştirip hiçbir şey olmamış gibi etrafı süzüyorum. Belimi sıkan korseden iki lokmayı zar zor yediğim kahvaltıdansa hiçbir şey anlamıyorum. Nihayet limana yanaşıyoruz. Karaya ayak basmak içime güvenlik hissi dolduruyor. Gayri ihtiyari geriye dönüp gemiye baktığımda aklıma o genç geliyor. Nerede, nasıl acaba diye bir merak dolduruyor içimi. Az sonra aracımıza binmiş rotamızın ikinci bölümü olan Roma’ya doğru yola çıkmışken istasyona dönen yol ayrımında o gence elinde bavuluyla rastlıyorum. Ellerimi birleştirerek içimden ona ve kendime iyi şanslar diliyorum, zira bundan başka bir şey gelmiyor elimden.