İnsanın zihni, çoğu zaman kendi kendisinin en büyük labirentidir.
Düşünceler yalnızca ortaya çıkmaz; birikir, çoğalır, yön değiştirir, tekrar eder ve kimi zaman insanın kendi iç sesini bile bastıran yoğun bir uğultuya dönüşür. İnsanın yaşamın tam ortasında durduğu anlarda bile, ölümün varlığını fısıldayan o ince, sarsıcı gerçeklik zihnin derinliklerinde yankılanır. Geçmişin ağırlığı ile geleceğin belirsizliği arasında dar bir koridora sıkışan bir zihin, insanın varoluşunu ve nefes alışını bile değiştirebilir.
Geçmiş, insanın omzunda taşıdığı görünmez ama son derece ağır bir yük gibidir.
Zihnin arka odalarında dolaşan yaşanmışlıklar, kapanmamış hesaplar, söylenmemiş sözler, pişmanlıklar ve “keşke”lerle örülü anılar, bugünün kapılarını sessizce kapatabilir. Geçmiş yalnızca hatırlanmaz; kimi zaman yeniden yaşanır. İnsan, çoktan bitmiş sahneleri zihninde tekrar tekrar oynatır, çünkü duyguların yarım kalan tarafı tamamlanmadan dinlenmez.
Gelecek ise bambaşka bir kaygı taşır.
Henüz yaşanmamış günlerin belirsizliği, ihtimallerin gölgesi, kontrol edilemeyen olasılıkların ağırlığı, zihin üzerinde görünmez bir baskı oluşturur. İnsan çoğu zaman gerçekleşmemiş senaryoları şimdiden yaşamaya başlar; olmayan şeylere üzülür, henüz başlamamış yolculuklar için yorulur. Gelecek, zihin için hem bir umut hem bir gerilim kaynağıdır.
Bu iki uç arasında “şimdi”, insan varlığının en kırılgan yeridir.
Geçmiş, insanı geri çeker; gelecek, ileri doğru iter. Ve insan, çoğu zaman ikisinin arasında sıkışıp kalır. Bu nedenle “anda kalmak”, romantik bir ideal ya da yüzeysel bir tavsiye değil; insanın ruh sağlığını koruyabilmesinin en temel gerekliliklerinden biridir.
Peki, neden bu kadar zordur?
Çünkü insan zihni biyolojik olarak hayatta kalmaya programlanmıştır. Beyin, binlerce yıl boyunca tehditleri fark etmeye, tehlikeleri önceden sezerek yaşamı sürdürebilmeye odaklanmıştır. Bugün fiziksel bir tehlike olmasa bile zihin hâlâ aynı mekanizma üzerinden çalışır: analiz eder, kıyaslar, uyarır, hatırlatır, senaryolar oluşturur. Bu biyolojik miras, çoğu zaman ruhun huzuruyla çatışır. Tehlikesiz bir anda bile zihin tetiktedir; sessizlik içinde bile gürültü çıkarır.
Bu zihinsel hareketliliğin altında ise çoğu zaman tek bir duygu yatar:
Korku.
Kaybetme korkusu, ölüm korkusu, yanlış yapma korkusu, sevilmeme korkusu, yetersizlik korkusu…
Bu korkular düşünceleri büyütür; düşünceler de korkuları besler. İnsan, kendi zihninin döndürdüğü bir çarkın içine sıkıştığında, kendini kaybolmuş hisseder. Zihin geçmiş ile gelecek arasında savrulurken, insan kendi merkezinden uzaklaşır. Düşünceler çoğaldıkça, içsel pusula yönünü şaşırır.
Ama insanı insan yapan, bütün bunları fark edebilecek bir bilince sahip olmasıdır.
Özgürlük, ne geçmişi unutmak ne de geleceği yok saymaktır. Gerçek özgürlük, insanın düşüncelerini yönetebileceğini fark ettiği anda başlar. Korkuların sesini tamamen susturmak gerekmez; onların nereden geldiğini anlamak, insanı güçlendirir. Bazen korkunun kendisi değil, onun karanlıkta büyüyen yankısı yorar insanı.
Zihin sustuğunda, insan ilk kez kendi özüne yaklaşır. Gürültü azaldıkça, içsel alan genişler. Yanılsamalar dağılır, anlamlar belirir. Ve insan, gerçekten uzun zamandır aradığı “kendini” o sessizlikte duyar.
Ve insan, zihninin gürültüsünü susturabildiği o tek anda — hayatın en ince, en gerçek fısıltısını duymaya başlar.
Çünkü tüm labirentlerin merkezinde, insanın kaçtığı değil, özlediği kendi özü durur.

















