İnsanlık, kendi içinde bir labirent gibi kaybolmuş; her bir koridorda başka bir çelişkiyle yüzleşiyor. Bir yanda dünyayı kurtarmak için çırpınan idealistler, diğer yanda kendi küçük dünyasında kaybolmuş, bir fincan kahvenin sıcaklığına sığınanlar. Bir tarafta gözyaşlarıyla sulanan topraklar; diğer tarafta kahkahalarla yankılanan salonlar. Zıtlıkların dansı bu, insanlığın bitmeyen senfonisi. Kimileri için yaşam bir mücadele, bir varoluş kavgası; kimileri içinse sadece bir anlık haz peşinde koşulan bir oyun. Ama hepsi aynı gökyüzünün altında, aynı zaman diliminde nefes alıyor. Peki, bu kadar farklıyken nasıl bu kadar aynı kalabiliyoruz?
Bir sokak köşesinde, bir çocuğun elindeki ekmeği kapan açgözlü bir el; diğer yanda o ekmeği paylaşmak için kendi payından vazgeçen bir yürek. İkisi de insan, ikisi de aynı topraktan. Ama biri hırsın pençesinde, diğeri vicdanın kucağında. Hırslar, o görünmez canavarlar; bazen bir banka hesabında, bazen bir makam koltuğunda, bazen de bir başkasının mutsuzluğunda saklanıyor. Duygusal yıkımlar ise sessizce, bir gözyaşının izinde, bir kırık kalbin çığlığında beliriyor. Kim fark eder ki bunları? Çoğu zaman kimse. Çünkü herkes kendi savaşında, kendi zaferinde, kendi yenilgisinde.
“Bu da dert mi?” diye soranlar var bir yanda. Evet, dert. Ama kimin derdi? Birinin dünyası yıkılırken, diğeri bir sosyal medya paylaşımının beğeni sayısına takılmış. Birinin gözyaşları sel olurken, diğerinin kahkahaları gökyüzüne yükseliyor. Zıtlıklar her zaman bir adım ötede. Ama kimse o adımı atmıyor, kimse o öteye bakmıyor. Kendi küçük hapishanesinde, kendi oluşturduğu zincirlerle bağlı insan. Bilinçli olduğunu sanıyor ama bilincin gölgesinde kaybolmuş. Tepki gösterdiğini düşünüyor ama tepkisizlikte boğuluyor. İtirazları var, evet; ama çoğu zaman sadece kendi aynasında yankılanan bir çığlık.
Yaşam, bir meziyet gibi sunuluyor bize. “Yaşıyorsun, şükret!” diyorlar. Ama bu yaşam mı gerçekten? Sallanan kalpler, boşlukta bir ipte cambazlık yapıyor. Düşmemek için çırpınıyor ama ipin ucu kimin elinde, kimse bilmiyor. Ego tacını takmış bireyler, kendi varlığını bir hediye gibi sunuyor dünyaya. “Ben buradayım!” diye haykırıyorlar ama kimse dinlemiyor. Çünkü herkes aynı haykırışta. Haksızken haklı olduğunu iddia eden çığırtkanlar, susturuyor gerçek haklıların sesini. Çalanlar ama çalmadığını iddia edenler; duyguları, umutları, hayalleri çalanlar… Ve en kötüsü, yaptıklarının farkında olmayanlar. Bilinçsiz kalabalıklar, bir olasılıklar denizinde olasılıksız yaşıyor.
Peki, ya çözüm? Çözüm belki de o bir adım öteye bakmakta. Kendi hapishanemizin kapısını aralamakta. Başkasının derdine kulak vermekte, bir an için egonun tacını çıkarmakta. Ama bu kolay değil. İnsan, kendi içinde kaybolmuşken bir başkasını nasıl görsün? Kendi savaşında yitip gitmişken bir başkasının barışına nasıl el uzatsın? Yine de, bir yerlerde bir umut var. O umut, küçük bir kıvılcım gibi. Bir yardım eli uzatanlarda, bir tebessüm paylaşanlarda, bir gözyaşını silenlerde. O umut, zıtlıkların gölgesinde bile parlıyor.
Ve işte insanlık, bu zıtlıkların arasında debelenmeye devam ediyor. Bir yanda kaos, bir yanda sükûnet. Bir yanda hırs, bir yanda merhamet. Bir yanda yıkım, bir yanda inşa. Hepsi bir arada, aynı anda, aynı dünyada. Belki de mesele, bu zıtlıkları kabul etmekte. Onları anlamakta, onlarla barışmakta. Çünkü insan, zıtlıkların toplamıdır. Ne sadece iyi, ne sadece kötü. Ne sadece haklı, ne sadece haksız. İnsan, her şeyiyle insan. Ve bu, hem laneti hem lütfu.
Herkes kendi hikâyesini yazıyor ama kimse başkasının hikâyesini okumuyor. Belki de asıl mesele bu: okumayı öğrenmek. Birbirimizin satır aralarına bakmayı, sessiz çığlıkları duymayı, görünmez yaraları sarmayı. Ancak o zaman, zıtlıkların tavanında debelenen bu insanlık, belki bir an için nefes alabilir. Ancak o zaman, yaşamak sadece bir meziyet olmaktan çıkar; bir anlam kazanır.