“Bir candır bu, bir andır bu… / Dağ taş değil, insandır bu.” Demiş ya şair. Âh ki kimin umurunda Ekmek banıp yalnız yediğimiz aşımız olmuş hüzün. Öylece bırakılıvermiş önümüze. Ne bırakanın umru ne de bir tereddüt… Geçmişin güzel zamanlarına sığınıp mazide aramışız teselliyi. Silmişken hem de geçmişin her şeyini, öyle oluvermişiz. Geçmişi silmeye değer bulmuşuz, öylesini gerekli görmüşüz hüzün aşı konmadan önce önümüze. Geleceğe açılmışken kollarımız, mazi çukuruna kaymış ayaklarımız. “Ne güzel de yaşanmış” demişiz, tebessümümüz acı bir tat bırakırken dudağımızın kıyısına. Yabancı değiliz zaten kıyılara. Uçurumlar… Uçurumlar iyi tanır bizi.
Ben bir hikâye yaşadım. Uzun, zorlu, ömür törpüsü bir hikâye… Hayat diyorum başlı başına bir hikâye… Benim hikâyem bitti. Yeni bir hikâye de yazamam artık. Mücadele etmenin de bir kıymeti kalmadı belki hem, yoruldum dostlar yoruldum. Tutunamayanlardan, çokçası da yutkunamayanlardan biri ben oldum.
Şiirler yazdım, yazılar döktüm satırlara. Dirsek çürüttüm, kafa patlattım, fikrin çilesini tattım. Gönlümü en ağır sevdalarda tarttım. Buğulu bakışlarda tutuklu kaldım bir vakit. Şair oldum, yazar göründüm. Çok azı bildi yazılarımın kıymetini. Ve ben beyhude bir vadeyi dolduruyorum şimdi. Takvim yaprakları hatıralanmıyor eskisi gibi. Şimdi kendi aklımca kendime yer beğeniyorum, köyümüzün bakımsız kabristanından.
Çok yol gittim. Yollarda ömür eskittim. Bir yol masalıydı hepimizinkisi. Şarkılar ezberledim. Daha yakın geldi hep acıklı olanlar. Öyledir öyleyse dedim yürüdüm kendimce. Bırakmadılar beni hiç kendime. Ama kendim için sevdim sevince. Hem üstelik kimi seveceğimi bile ben seçtim ya da kalbim… Azıcık da olsa yaşattım kocaman sevişlerimi. Bir de anlamlar yükledim çok şeye. Belki de çok şey anlam kazandı ben sevince. Sevgiliyle ortak anlamlarımız bile oldu. Bezen bir kuş, bazen çiçek… Ama anlam katamadığımız bir hayat acıttı hep içten içe… Olsun, yine de… Bilmem ki işte. Pek bilmem bu sevda işlerini aslında. Doğaçlama sevdik öyle. Belki de böylesi makbuldü ya da sevmek öyleceydi. Güzelce bir şeydi. Hele sevildiğini sevdiğinden duyunca daha da güzeldi. Bazı yollar gittim ben. Ama ne gidebildim ne de dönebildim o yerden! Yâre “ömrüm” diyebilmenin hakkını veremeden. Dizinde uyumadan, ayağını sevmeden, bir fotoğraf karesinde yan yana gelmeden, beraber uyanmadan… Ne diyelim ki şimdi, ederinceymiş yeterince olan.
İşte nasıl da öyleydi yine de. Belki basit gelir kimilerine. Duygularımız kadar değilmiş yaşanası olan ama hayallerimizin sonsuzluğunca sevdik sevilesi olanı, gönlümüzü genişlettik daha da çok sevebilmek için. Çünkü bulmuştuk şu yalancı dünyada gerçek olanı; aşkı… O sevilesi, âşık olunası güzel şeyi. Ceylan bakışlı, gönül yakışlı yâri…
Bugün günlerden ne olduğunun ne önemi var şimdi? Hangi ayda, hangi yıldayız ne fark eder? Biz her zaman, demir attığımız o güzel aşkın mevsimindeyiz. Hiç bırakmadık sevda nöbetini. Aşkın sokağında dikilip kaldık öylece. Vurdular, kırdılar defalarca. Yine de yere düşürmedik aşkı. Hadi şimdi ötsün kuşlar, aşk koksun bütün çiçekler. Ve yazılanlar, nasıl başlarsa başlasın, sonu hep sevgiliye çıksın vesselâm.
“Biz bülbül-i muhrik-dem-i gülzâr-ı firâkız.
Âteş kesilir geçse sabâ gülşenimizden.”*
(Selimî)
• Biz, ayrılık bahçesinin öyle yanık yanık ve yakıcı öten bülbülüyüz ki sabah rüzgârı gül bahçemizden geçse, ateş kesilir, yanar.