Bir gün şehir erken sustu. Sokaklar, her zamankinden daha sessizdi. Rüzgâr, kaldırım taşlarında bir çocuğun düşlerini savuruyor gibiydi. O çocuk bendim. Artık on iki değilim, ama o yaşın sessizliği hâlâ içimde yankılanıyor.
Gözlerimi açtığımda, kendimi bir tren istasyonunda buldum. Eski, terk edilmiş bir istasyondu bu. Raylar paslıydı, ama üzerine serilmiş sarı yapraklar zamana dirençliydi. İstasyonun karşı duvarına yazılmış bir cümle dikkatimi çekti:
“Kimliğini yitiren, hakikatini arar.”
O an anladım. Bu bir yolculuktu. Başkalarının gülüşlerinde, suskunluklarında, bana ait olmayan kelimelerin bedenime değdiği anlarda içimde başlayan bir yolculuk. Bir savaş değil, bir anlatıydı bu. Beni susturmak isteyenlerin aksine, ben artık kelimelerle var oluyordum.
İstasyonda uzun bir bankta oturdum. Yanıma, çocukluğumun gölgesi ilişti. Belime kadar uzanan eski saçlarımın hayali savruluyordu rüzgârda. Elinde kırmızı kaplı bir defter vardı gölgenin. Sayfaları bana tuttu. Her biri bir sessizlik anısını taşıyordu.
Kâh okul sıralarındaki haksızlıkları, kâh bir gülüşün ardına saklanmış aşağılamayı… Kâh bir yetişkinin gözlerini kaçırmasını, anlamazlığa vurarak “o kadar da büyütme” deyişini… Her biri karanlık ama gerçekti. Ve ben hepsine bakabildim. Korkmadan.
Sonra tren geldi. Uzun, gıcırdayan, gri. Binip binmemekte tereddüt ettim. Ama içimdeki çocuk “gideceğiz” dedi. Bindik. Camdan dışarı bakarken zaman bükülmeye başladı. Raylar çocukluğumun çimenlerine uzandı. Güneş, bir öğretmenin eksik bakışından doğuyordu.
Bir şehir geçti altımızdan. Göz alabildiğine beton, cam ve gürültü. İnsanlar başlarını eğmiş, kendi yankılarında kaybolmuştu. Her biri bana tanıdıktı. Yaşayan ölülerdi. Onların arasında bir zamanlar ben de vardım. Ama artık başka bir yerdeydim.
Tren durduğunda bir vadideydik. Maviyle yeşilin el ele tutuştukları bir yer. Uçsuz bucaksız selvi ağaçları göğe yükseliyordu. Güneş, bulutların arasından sızarak alnıma dokundu. Çimenlere uzandım. Gözlerimi kapadım. İçimdeki çocuk koşmaya başladı. Kahkahalarla. Hiçbir kahkahayı ilk defa bu kadar güzel duymamıştım. Saklanmak değil, olmak için gülüyordu.
Geri döndüğümde artık her şey aynı değildi. Şehir değişmemişti, ama ben değişmiştim. O salonun gri-sarı koltukları hâlâ aynıydı. Ama bu defa kalem elimde değil, sesimdi. Anlatılanları dinlemek zorunda değildim artık. Kendi hikâyemi yazmak için oradaydım.
İnsanlar hâlâ konuşuyordu. Ama artık onları anlamaya çalışmıyordum. Çünkü onlar anlamak istemeyenlerdi. Artık ben seçiyordum: Kimle konuşacağımı, nerede susacağımı, hangi bakışa yürüyüp hangisinden döneceğimi.
Gözyaşları düşerken, neye dönüşeceğimi bilmeden kendimi arıyordum. Şimdi artık biliyorum. Her gözyaşı, bilinçli bir özgürlüğe aktı. Her küçük kahkaha, içimdeki değeri daha sıkı tutmama neden oldu.
O eski günlerin gecelerinde, karanlık odamda yorganı başıma çekmişken sessizce ağlıyordum. Ağladıkça içimde bir şey çözülüyor, ama neye dönüştüğümü bilmeden, yalnızca içimde bir boşluk büyüyordu. Gözyaşlarım bir anlam arıyordu; sanki her damla, beni kendime biraz daha yaklaştıran, içimdeki asıl sesi bulmama yardım eden birer izdi. O anlarda kendimi yalnızca acı çeken biri sanıyordum. Ama şimdi anlıyorum ki o geceler, aslında içsel dönüşümümün sancılı doğumuydu. Sessizlik içinde yankılanan ağlayışlarım, beni zayıf değil, daha uyanık, daha dirençli ve daha hakiki kıldı.
Her gözyaşı, o zamanlar yalnızca çaresizliğin sembolü gibi görünüyordu bana; ama şimdi biliyorum ki onlar, bilinçli bir özgürlüğün ilk adımlarıydı. Ağlamak, bastırılmış her duygunun, susturulmuş her kelimenin, inkâr edilmiş her varlık hissinin yeniden dile gelme çabasıydı. O anlarda yalnızca kalbim değil, kimliğim de gözyaşı döküyordu. Ve her seferinde biraz daha arınıyor, biraz daha gerçekleşiyordum.
Her farklı ortam, farklı kahkahalar… Önce içime bir iğne gibi battı. Kendimi sorgulattı: yerimi, değerimi, anlamımı… Ama zamanla fark ettim ki bu kahkahalar bana değil, eksiklikleri örtmeye çalışan bir geçici dünyaya aitti. Dünya şekilden şekile dönüştükçe ben derinleştim. Onlar hafifleştikçe ben ağırlaştım. Ve içimdeki değeri sıkı sıkıya tutmayı öğrendim. Ben bu dünyamı, gözyaşlarımın içinden çıkarıp parça parça inşa etmiştim.
Zamanla içimde bir yemin oluştu: Ne olursa olsun, kendimi yitirmeyeceğim. Sessizliğimden doğan bu kararlılık, beni ayakta tutan en büyük güç oldu. Artık biliyorum… Ben, kırıldıkça çoğalan biriydim. Sustukça biriken, biriktikçe yazan ve yazdıkça var olan…
Ve şimdi…
Yine bir defterim var.
Ama bu defterde yalnızca geçmişin izleri değil, geleceğin tohumları da var.
Zihnimle değil, ruhumla yönetiyorum artık hayatımı.
Çünkü bazı insanlar erken büyür. Ve bazı çocuklar, kendi hikâyesinin kahramanı olur.