Bazı sabahlar uyanırsın ve her şey yerli yerindeymiş gibi görünür. Kahveni koyarsın, perdeden giren ışık bile “hayat devam ediyor” der gibi yüzüne vurur. Ama senin içinde bir şey eksiktir. Tam adını koyamazsın… Sanki ruhunun içinde görünmeyen düğümler vardır. Ne yapsan çözülmez gibi. Her şey yolunda ama hiçbir şey tamam değil.
İşte tam bu anlar, aslında fark edilmesi en zor psikolojik eşiklerdir. Çünkü bir şeyin kötü olması kolaydır; üzülürsün, ağlarsın, yasını tutarsın. Ama hiçbir şeyin açıkça kötü olmadığı, ama hiçbir şeyin seni doyurmadığı o belirsizlik hali… Asıl o zaman yorar insanı. Psikolojide bu hâle “varoluşsal sıkışma” denir. Ne eski sen sana iyi gelir, ne de yeni bir sen doğar. Tam ortasında, içsel bir boşlukta, sessizce çırpınmaya başlarsın.
Bu dönemler çoğu zaman yeni bir şeyin habercisidir. Ama o “yeni” kendiliğinden doğmaz. Yer açman gerekir. Kimi zaman geçmişi affederek, kimi zaman kendine şefkat göstererek, kimi zaman da bazı şeyleri olduğu gibi kabul ederek. Ancak modern yaşam bizi hep “daha çok yap” zihniyetine ittiği için, “durdur, hisset, dinle” gibi eylemler zayıflık gibi algılanır. Oysa insan, en çok o durduğu anlarda kendine yaklaşır.
Yapılan psikolojik araştırmalar, hayatında sıkışmış hisseden bireylerin bir şeyleri düzeltmeden önce kendilerini anlamaya çalıştıklarında daha sağlıklı kararlar alabildiklerini ortaya koyuyor. Çünkü bazı yaralar sadece ilgi ister, çözüm değil. Ve bazı dönemler sadece hissedilmek ister, geçip gitmek değil. Kendine “iyi olmak zorunda değilim, sadece burada olayım yeter” demek, ruh için en büyük nefes alma alanıdır.
Yeni aylar, yeni takvimler, yeni hedefler güzeldir; ama önce eski yükleri fark etmek gerekir. Bazen sadece bir cümle, bir kitap, bir insan, bir sessizlik… Hepsi seni o içsel düğümleri çözmeye götürebilir. Ama önce sen niyet etmelisin: “Ben bu hayatı sadece sürdürmek değil, içinde var olmak istiyorum.”
Yeni bir sen şekillendirmek, önceki “sen”e vedayla başlar. Ama bu kolay bir veda değildir. Çünkü insan bazen kendini bile bırakmaya direnç gösterir. Acı da olsa tanıdık olanı, eksik de olsa alıştığını terk etmek zordur. Psikolojide buna “kimlik bağımlılığı” denir. Yani kişi, eskimiş bir benliğe tutunur çünkü o halini bırakırsa “kim olacağına” dair bir fikri kalmaz. Oysa büyümenin en doğal hali, bilinmezliğe yer açabilmektir.
Bu noktada kendine şu soruyu sorabilirsin: “Bugün hayatımda hangi düşünceler, hangi alışkanlıklar, hangi insanlar bana yer açmıyor?” Belki de seni artık yormaktan başka bir işe yaramayan bir ilişki var. Belki geçmişte yaşadığın bir başarısızlığı hâlâ taşıyorsun. Belki kendinle ilgili eski bir yargıyı tekrar tekrar zihninde döndürüyorsun. Tüm bunlar, yeninin filizlenmesine engel olur. Ve insan iç dünyasında yer açmadıkça, dışarıdan gelen hiçbir şey gerçek bir değişim meydana getirmez.
Stanford Üniversitesi’nde yapılan bir çalışmada, bireylerin hayatlarında “dönüşüm anı” yaşadıkları dönemlerin, genellikle kayıplar ya da duraksamalarla başladığı görülmüş. Yani bir şeyler dağılmadan, içsel bir yeniden yapılanma mümkün olmuyor. Bu da bize şunu gösteriyor: Her kayıp, her durma, her içe dönüş, yeni bir benliğin sessiz adımları olabilir.
Peki nasıl başlanır?
Her sabah yeniden başlamak mümkündür. Küçük seçimlerle… Daha önce susup geçtiğin yerde, bu kez kendini ifade etmekle. Kendini suçladığın bir durumda, bu kez anlayış göstermekle. “Ben zaten böyleyim” dediğin her kalıbı yavaşça sorgulamakla. Çünkü değişim büyük kararlarla değil, küçük farkındalıklarla başlar. Ve o farkındalıklar zamanla yeni bir seni inşa eder.
Yeni ay, gökyüzünde değil sadece senin içinde de doğabilir. Yeter ki eskiyi taşımanın seni nereye götürmediğini fark et. Yeter ki kendine şunu sor:
“Beni yoran hangi yük artık bırakılmayı bekliyor?”
İçinde yer açarsan, o boşlukta yalnızca kayıplar değil, yeniler de yeşerebilir.