Yıllardır kopacak kıyameti beklemekteyim. Açıkçası gerçekleşen o kadar büyük alametleri gördükçe, neden hâlâ kopmamakta diyerek zihnimin içinde kendimle çeşitli kavgalara girdiğim olmuştur. Şu an kopması gerek dediğim çoğu şey yaşandı.
İslam dinine göre gerçekleşmeden kıyamet kopmayacak denen o kadar şey gerçekleşti ki, bir dönemler neden hâlâ kıyamet kopmamaktadır diye kara kara düşünürdüm. İşte, o gün anladım ki, kıyametin manasını yanlış anlamıştım.
Avcunda tuttuğu torununun gözlerini açıp, ruhsuz bedeninin aynası olan gözlerinden öpen dedenin dramı bana kıyametin manasını kanıtlamıştı. Gazze’de kıyamet kopmuştu. Her gün birileri ölüyordu, şehit oluyordu. Kıyamet her ölen için kopuyordu. Ama ben hâlâ manen kıyametin kopuşunu yanlış anlamıştım.
Belki de kıyametin kopuş şekline bakış açım yanlıştı. En sonunda fark ettiğim ve kendimi inandırdığım şey; kıyamet insanın kendisinin ölmesiydi. Kişi ölünce kıyameti kopardı. Ne istese yapamayıp, çaresizliği köküne kadar yaşamaktaydı. Kıyamet kopunca gerçekleşecek olan kimse kimsenin umurunda olmayacak, herkes kendi canının derdine düşecek felsefesi ölüm anında da aynı değil miydi? Can şirindi. Ölüm anınızda, sırf kendi canınızı kurtarmak için — genel olmamakla beraber — başka hiç kimsenin canı umurunuzda olmazdı. Hiçbir şey sizi o an “kurtulayım da ne olursa olsun” düşüncesinin dışına götüremezdi. Bu da kıyametti. İşte, yıllarca beklediğim manaya yeni eriştiğimi anımsamaktaydım.
Yerin yarılması, dağların üzerimize gelmesi, okyanusların hırçınlaşması, binaların yıkılması, gökten ateşten yağmurun yağması mıydı yalnızca kıyamet? Değildi. Kıyamet kişinin kendi ölümüydü. Çünkü dünyayla bağlantısı bitiyordu. Sevdiklerini, geride biriktirdiklerini, bir köşede elbiselerini bir poşette bırakıp, ruhlar âlemine yolculuğun adıydı kıyamet!