Mini mini birler, çalışkan ikiler…
Ders bitmiş, zil çalmıştı. Sevinç çığlıkları, toplanma heyecanı derken, birer ikişer kapının önünde biriken, yarım metre boyundaki küçük fidanlar. Öğretmenlerinin toprağa itina ile ektiği meyvesini seneler sonra alacak olan taze çiçek ağaçları. Belki de öğretmenleri onlara yetişemeyecek, göremeyecekti bile. Görmese de, bilmese de, sevgi, emek, sabır ile ülke toprağına dikilmeye çalışılan gül tohumları.
Gülüşler, çığlıklar, itiş kakışlar derken sıra ile dışarı çıkılmıştı. Merdivenlerin başında öğretmenlerini bekliyorlardı. Sınıfa son bir defa “Eksik var mı?” diye atılan bir bakış ile öğretmen de yanlarına gelmişti. Hep beraber yavaşça aşağıya inerken, ışıklar bir anda söndü. Hava karanlık, yağmurlu bir gün olduğu için merdiven boşluğunda pencere olmayınca alacakaranlık bir ortam oluşmuştu. Tabi bunu takip eden “Aaaa” sesleri ile birlikte, küçük emanetler soru soran bakışlar eşliğinde durdular. Her şey belki de saniyeler içinde oluyorken, saatler geçmiş gibi hissediliyordu. O sırada öğretmenin sesi duyuldu:
– Ben buradayım! Korkmayın! Yavaşça inin!
Sakinliğin kokusu temiz burunlardan çekilince, herkes yavaşça merdivenlerden iniyordu. Öğretmenin gözü hepsinin üzerindeydi; onları takip ediyordu. İki merdiven, en fazla yirmi beş basamak vardı fakat yürekten bağlı olduğu minik ipleri tutmak onun göreviydi. Merdivenler bitmiş, herkes sırasına usulca girmişti. Beş dakika sonra, annelere teslim edilen çocuklarla birlikte bir ders saati daha bitmişti.
Fakat aslında en büyük ders, öğretmene veriliyordu her gün. “Ben buradayım!” sözü ile ona biçilen kaftan ortaya çıkıyordu. Üniversitelerde öğretilmeyen dersleri yaşayarak alıyor, öğrencilerine karşı anne, baba rolü üstlendiği gibi, onları eğitmek zorunda oluyordu. Biraz da arkadaş rolünü de eklemek isterim. Bir nevi her şeyleri olmaktı. Ağladığında yanında olmak, hep beraber gülmek, şikâyetlerine cevap vermek, öğrenimini sağlamak, eğitimine yardımcı olmak, susadığını veya acıktığını bilmek, sevgi ihtiyacını gidermek… Onun hayatına dokunmak sadece bir meslek işi değildi. Kalp, zihin, gönül, duygu, düşünce, sevgi işiydi. Klişe değildi, hissedilenler, yaşanılanlar. Hayatın ta kendisiydi.
BEN BURADAYIM!
Bu cümle ile bir mesleğin iş tanımı yapılıyordu. Bir farkla: meslek kitapları ya da yasalar ile değil; yaşamın içinde, alın teri ve kalp atışları eşliğinde zamana kazınıyordu.















