Hasta yatağında ağrılarıyla boğuşurken aklında kirayı nasıl ödeyeceği vardı. Telefonu çaldı, tanımadığı bir numaraydı, ancak işi gereği neredeyse hemen hemen her gün isimsiz numaralarla görüşürdü. Açtı merak ederek, karşısında güven veren bir ses tonuyla konuşan biri vardı. Gayet düzgün bir Türkçe, akıcı ve anlaşılır bir ifade ile banka, para, kazanç, kâr, yüzde, üç ay gibi önemli şeyler anlatıyordu.
Bir ara bir kendine geldi, ne saçmalıyordu bu adam. Ne var ki hızla hislerine hitap edip yine kontrolü eline aldı meçhul adam. Aklı anlık geliyor gibi oluyor, hemen tekrar dağılıyordu. Banka hesapları açıldı, mobilden girildi, tek tek bankalar bağlandı, şunu tuşla bunu kodla derken epeyce yol alındı.
Hasta yatağında kendi rızası ile, usul usul üç ayrı bankadan çok sıfırlı krediler çekmişlerdi. Hesap hareketlerinde net bir şekilde görünüyordu çektikleri, hatta yüksek yüksek faizle ödeme çizelgeleri de vardı, ancak ne var ki para yoktu.
İki hafta önce aynı bankalardan, tedavisi için gereken 15 bini çekememişti. Raf ömrü bitti diye vermemişlerdi. Oysa şimdi üç bankadan toplamda 500 bin TL para çekmişti, hem de ikinci kez istenen teyit şifresi bile istenmeden.
Oturduğu yerden, pardon yattığı yerden 65 yaşında delik deşik soyulmuştu. Hem de eline bile dokunmayan parasından. Kendine hayrı dokunmayan hesabından.
Şeytan…
Tüyler ürperten, filmlerde korku saçan, akla tasallutundan çok fiziki tehdit gibi gösterilen baş belası bir varlık…
Gerçekte ebedi saadete götürecek her türlü taat ve ibadetin, hâl ve tavrın yapılmasına karşı, planlı ve gayretli davranış gösteren bir varlık.
Ahdi var, son nefesine kadar insanların Cehenneme girmeleri için çabalamaya. Muradı, kendini yakan kibriyle herkesin aynı noktaya yakın olduğunu ispatlamak.
Öyle ki toplanıp planlar yapıp insanları kandırmanın kolektif yol ve yöntemlerini belirliyorlar. Hassas ve ince konulardan, zayıf ve korumasız cihetlerden buldukları her fırsatı değerlendiriyorlar. Neden mi çoğul kullanıyorum? Çünkü İblis bir tane, kıyamete kadar hayatta olacak olan da o. Ancak avanesi, çoluğu çocuğu sayısız. Zira bir küfür edildiğinde bir şeytan gebe kalır, ikinci küfürde bir şeytan dünyaya gelir. Ne yazık ki bebek değil, büyümeye ihtiyacı yok, tastamam şeytan olarak gelir. Kadınlı kızlı, çoluklu çocuklu tüm millet külliyen küfür ettiği için altımız üstümüz şeytan; öyle ki onlara dokunmadan yaşamamız imkânsız.
Peygamber Efendimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında şeytanla aramıza perde indi. Çıplak göze görünmez oldular. Bu bizim işimizi çok zorlaştırdı. Ne yapsak, nasıl anlarız bizimle yakınlaştığını ve nasıl korunuruz bilemez olduk. Dualar, tedbirler, temizlik, tesbihler derken işimiz onunla denk gelmemek için çabalamak oldu.
Zaman ilerledi ve şeytanlar toplanmaz oldu. Her köşe başına toplanıp yoldan geçenleri kışkırtmak yerine gizlenip izlemek oldu. Birçok oyun ve hileleri, kumpas ve taklaları iptal edildi. Hemen hemen her eve üşüşürlerken, içinde bir tane bile olsa namaz kılmayan evleri listelerinden sildiler. “Bize gerek yok, bizim yapmaya çalıştığımızı doğal olarak yapacak bir vekilimiz var.” dediler.
Haram yenilen evleri, abdest alınmayan evleri, yalan söylenilen, faiz yenilen, zikir edilmeyen, Kur’an-ı Kerim okunmayan, ana baba gönlü alınmayan, incitilen, kul hakkına riayet edilmeyen, hırs, nefret, kin, öfke dolu yürekleri olan insanların evlerini bir bir terk ettiler.
Bir zamanlar, Allah’ı bulmak için insanlardan uzaklaşıp dağlara tepelere sığınan insanlar varken şimdi insanları kendi iç şeytanları ile baş başa bırakıp dağlara tepelere kaçan şeytanlar aldı.
Şeytan halefini buldu, boynuz kulağı geçti. İblis şapkasını çıkardı, hürmetle eğildi. Masumiyet ve kıymette secde etmem dediği insanın, kötülük ve kurnazlıkta önünde eğildi.
Şeytanı devre dışı bırakacak kadar şeytanlaşan insanlar arasında kaldık. Ve yavaş yavaş şeytanlaşmak zorunda bırakıldık. “Zaman ve şartlar kötü olmayı gerektiriyor.” diye saçma ve boş ifadelerle içimizdeki şeytanı akladık.
Küçücük çocuktan, saçı ağarmış dedelere kadar herkesin içindeki şeytanlar dışlarına fışkırmış. Kimin nefesi nereye kadar yetiyorsa oraya kadar hükmü uzanmış. Ne ar, edep, ne dur ve kes var; herkes mahmuzlayıp nefs atlarını dört nala Cehenneme koşuyor. Şeytanlar saklanacak delik araya dursun, insanoğlu bayrağı uçuruyor göklere.
Dünyayı küçücük bir sokağa, milyonlarca insanı sadece bir iki simaya, çeşit çeşit hayalleri bir iki sığ kalıba sıkıştırırken amaçları bu muydu acaba? İnsan sayısınca ruh, ruh sayısınca farklı dünya iken kimi ve neyi rahatsız etti de bu tabloyu seçip çizdiler.
Kendine ait, parmak izin gibi eşsiz, gözünün ışıltısı gibi benzersiz bir kişiliğin, hâlin, tavrın, duygusal hareketliliğin varken sendin. Sürüye ve tekdüzeliğe bu kadar hevesin, senin seçimin değildi. Bu büyük planın sahiplerinin kurguladığı bir programdı ve maalesef çok iyi oturdu.
Üç beş çeşit insan, üç beş farklı model tavır kaldı ellerinde, kolay kolay yönetebilecekleri. Sevmediklerini yok etmektense sevdikleri tipler oluşturdular, böylece kavalı çalıp rahatça akışa bıraktılar.
Bakılacak bir tek yer var, orası da içlerimiz. Sine okyanusumuzda şeytanlar mı çiftleşiyor, yoksa masum duygularımız saklanmış S.O.S mi çekiyor? Hemen göremeyebilirsiniz. Zira gözlerimiz kamaşmış, ruhlarımız bulanmış, zihinlerimiz dumanlanmış; biraz uğraşmak, derin derin aramak lazım.
Daha önemli bir işimiz mi var? Savrulup gittiğimiz kasırgada tutunup sağlam erdemlerimize, usul usul yeniden yüklemeli yazılımları. Önce tespit edip olduğumuz tarafı, neresindeysek iyi ve kötü ayrımının onun hakkını vermenin ilmini uygulamalı…
Zaman hızlı, ömür kısa. Bize en yakın olana baka baka yıkılan değer kulelerimizi, üzerine asit döken arzu ve heveslerimizi, kadim doğruların duru yağmurlarında yıkayıp, yeniden filizlendirmeli. Emanet insanlığımızı iyi bakmalı, güzel korumalı ve yerine hasarsız ulaştırmalıyız.
Ömür çizgimizin en ağır ve en kıymetli görevidir; bu hakkını verebilene helal olsun…