Edebiyatımızda İstanbul kadar ismi geçen başka bir şehir yoktur. İstanbul daha fethedilmeden Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından müjdelenen güzel bir şehirdi. Fetheden de güzeldi fethedilen de. İlkin bu şehrin fatihi âşık olmuştu İstanbul’a. Firdevs cennetine eşit görmüştü. Ve şöyle devam etmişti Fatih Sultan Mehmet: “Kâfir olur ey Müselmanlar o tersâi gören/ Ya anun üstündedür cennet yahud altundadur.”
Fethedildikten sonra bu şehir bağrından hep şair çıkarmıştı. Lale bahçelerinde şiirler şakımıştı sabahlara kadar. Şair Nedim şöyle diyordu İstanbul için: “Bu şehr-i sitanbul ki bi misl ü behâdır/Bir sengine yek pâre acem mülkü fedadır.” Cezbediyordu her devirde bu şehir şairleri. Şiirler, kelimeler, heceler seslemek, ünlemek, haykırmak için yarışıyordu bu şehri.
Mesela, Yahya Kemal’in aşkıydı bu şehir. Aziz İstanbul’uydu onun. Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değerdi onun için. Necip Fazıl’ın her şeyiydi: “İstanbul benim canım/Vatanım da vatanım/ İstanbul/ İstanbul.” Nazım Hikmet’in sevdiği kadındı İstanbul: “Sen diyorum İstanbul geliyor aklıma/İstanbul diyorum sen/Sen şehrim kadar güzelsin/Şehrim senin kadar acılı.” Kadının kokusuydu bu şehir: “Ne güzel şey hatırlamak seni/bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin/ve saçlarında/vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının/İçimde ikinci bir insan gibidir/seni sevmek saadeti.”
Yavuz Bülent’in içine doğduğu güzellikti: “Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik/Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden/Martılar konuyor omuzlarıma/Gözlerin İstanbul oluyor birden.” Sezai Karakoç’un içinde oluşmuştu aslında bu şehir. Öyle diyordu: “Ben İstanbul’da dağıldım zerre zerre/İstanbul damla damla içimde birikti/Mermer tozu gelip gelip içimde oluştu bir şehir.”
İnsan bir kere sevmeyegörsün, Ümit Yaşar gibi unutamazdı: “İnsan bir kere sevmeye görsün, anladım/Nereye gidersen git, orada İstanbul.” Şair Oğuzcan her anı bu şehirle yaşardı: “Seni İstanbul yaptım, İstanbul’u sen/Her sokağına şiirini yazdım satır satır/Şimdi bütün semtleri bu şehrin seni anlatır.” Görmeyen gözleriyle hayaliydi Aşık Veysel’in: “Sevgisi içimde yaşayıp duran/Nazlı güzellerin şirin İstanbul/Hayali kafamda hükümler süren/Görmez gözlerime görün İstanbul.”
Ziya Osman Saba’nın rüyalarıydı: “Seni görüyorum yine İstanbul/Gözlerimle kucaklar gibi uzaktan/Minare minare, ev ev/Yol, meydan.” Hayaloğlu’nun öpmeye doyamadığı, hâkim olamadığı şehirdi İstanbul: “İstanbul ey İstanbul ey/Ey acıların gözyaşlarının kraliçesi/İstanbul ey İstanbul ey/Ey bozgunların garip çiçeği/Bu akşam yemin ettim/Seni bir daha öpmemek için.” Nurullah Genç’in uyarısıydı: “Sensiz ne şehrayin ne deniz kalır/Gidersin, harabe olur İstanbul/Martılar göç eder; sular alçalır/Kendini çöllerde bulur İstanbul.”
Attila İlhan’ın yenik düştüğü, emrine amade olduğu şehirdi: “Sen/eğer yine İstanbul’san/eğer senin ağrınsa iğneli beşik gibi her tarafımda hissettiğim/ulan yine sen kazandın İstanbul/sen kazandın ben yenildim/kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar/yine emrindeyim.” Herkesin bir şeyi oluyordu bu şehir. Herkes bir şeyler söylemişti, birkaç satır yazmıştı İstanbul’a.
Cahit Zarifoğlu: “Örtünmüş güneş/Çoktandır, yüzü nerde/Ya o ay/Kara bir zıbın biçmiş kendine/Bir düş/O buyruk/Şefaat/Gürbüz hava/O güzelleri İstanbul’un/Dönüyor demir teker.” demişti. Oktay Rifat: “İstanbul’un üstüne güneş doğdu/Çıktı silkinerek gecenin içinden/Kız gibi minareleriyle Süleymaniye/Sultanahmet, Sultan selim, Fatih camileri.” Dıranas: “Boğaz’ın kıyısında, aydınlık/Pencerelerde-her bulutun yolu-/Bir mevsim, seninle baş başa kaldık/Yaşadıkdı bir zaman İstanbul’u.” Ülkü Tamer: “Ve büyür uykusunda İstanbul.”
İstanbul’un bir de garibi vardı: Orhan Veli. Bu şehri şiire böylesine ilmek ilmek işlemişti: “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı/Serin serin Kapalıçarşı/Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa/Güvercin dolu avlular.”
Ve belki de en çok İlhan Berk’in bir şeyi oluyordu İstanbul. “İşte kursun kubbeler şehri İstanbul’dasın.” Gökyüzünün altında huzurluydu: “Bir gökyüzü bulacaktınız eminim/Eminim İstanbul’dan.” Onun kadar güzel bakan yoktu İstanbul’un göğüne: “Bir gökyüzü gördüm ki İstanbul’da/Daha hiçbiri görmemiştir insanların.” İlhan Berk, bir bakmışsınız İstanbul’u yakıyordu: “Bir sabah İstanbul’u yaktım. İlk oturduğum sokağı yaktım.” Bir bakmışsınız ilk ışıklarında sokaklarında dolaşıyordu: “Bu saatte dünyada sabahtır/Bu saatte yeryüzünün birçok limanlarına gemiler girip çıkar/Birçok insan balıktan döner/İstanbul bir göz bin dudak halinde ayakta.”
İnsanını ondan daha iyi tanıyan olamazdı: “Bu saatte İstanbul insanı deli eder/Bu saatte yeryüzü çalışan insanların elindedir.” Oturup seyre dalıyordu güzelliklerini: “Durduğun yerden İstanbul köprüsü tramvayları mavnalarıyla sanki yürüyor/Bu sislerin ve bulutların arasından en son harekete geçen Kız Kulesi’dir.” O kadar dalıyordu ki bu şehre sevgilisi bile aklına gelmiyordu. Tekrar tekrar ona dönüyordu: “Sonra beni bu kadar senden eden İstanbul’a/Dönüp merhaba dedim.” Bu şehri henüz tatmayanlara şöyle diyordu: İstanbul gibiydiniz belki daha da yeni.