Günün güneşine, canın cananına, rızkın sahibine kavuştuğu bir sabahtı. Sokak, okula giden çocukların neşe çığlıkları ile fokurduyordu. Burada gün erken başlar, erken biterdi. Güneş belki evlerin damına misafir olurdu ama dar sokakların sahibi hep gölgeydi. Belki araba egzozlarının zehirleyici kokusu yoktu bu sokaklarda ama geceden kalma kömürün kokusu da ondan geri kalmazdı. Bu sokaklar en az Sina Çölü kadar ağaçsız, zamane insanların kalbi kadar taştandı ama asla kuşların ahenk içinde verdiği konserden de mahrum kalmazdı. Eğer söz konusu mazi ise bir karganın sesi bile billur olurdu insana; işte bu sokaklar da öyleydi. Maziden kalma bir ses gibiydi. Duvarlarında hâlâ ağıtların sesi vardı. Sokak lambaları hâlâ gülüşen insanların sesini saklıyordu. Hâlâ kilitli parke taşlarında insanların ayak izleri vardı. Bayramların kokusu hâlâ kapı önlerinde bekliyordu.
Sokaklar, yollar ve nihayetinde şehirler… Hepsi insan varsa vardır. Şehirler taştan ve betondan ibarettir. Bir şehri şehir yapan, içindeki insanlardır. İşte bu sokağı da güzel kılan, Hacı Dede’ydi.
Güne herkesten önce başlar, sokaktaki kuşlara fısıldar, küçük bahçesindeki çiçeklerle konuşurdu. Bugüne kadar hiç kimse onu pejmürde kıyafetlerle görmemiştir. Açık renk gömleğinin üstüne giydiği açık renk yeleğin cepleri her daim şeker ve çikolata ile doluydu. Başına taktığı takkesi, alnına işlenmiş olan seccade izlerini örtüyordu. Bulut sakalları her daim taralı ve uzun olurdu. Esmer yüzü ay gibi parlardı. Koyu renk kumaş pantolonundan her daim bozuk para sesleri yükselirdi. Hacı Dede sabahları da böyle giyinirdi, akşamları da… Misafirinin yolunu gözleyen bir ev sahibi edasıyla her daim hazır beklerdi. Simasıyla, bakışıyla ve duruşuyla Libya topraklarını müdafaa eden Ömer Muhtar’ı andırırdı adeta.
Hacı Dede bugün de herkesten önce güne başlamıştı. Eski model protez ayağını dizine bağladıktan sonra açık ahşap renk bastonunu da alıp sabah namazını kılmak için ağır ve aksak adımlarla camiye doğru yürümeye başladı. Hacı Dede’nin bir ayağı dizden itibaren kesilmişti. Takılabilir protezle ayakta durup yürüyebilse de bu durum zor ve meşakkatli oluyordu; lakin meşakkat de görecelidir. Gül, hiç dikeninden rahatsız olur mu?
Herkesten sonra camiden çıkıp yine ağır ve aksak adımlarla eve doğru yürümeye başladı. Yolda onu gören çocuklar sevinç nidaları atarak Hacı Dede’nin başına toplandılar. O da onlara cebinde sakladığı şeker ve çikolatalardan verip başlarını okşadı.
Hacı Dede, kendisini her sabah bekleyen çocukları sevindirdikten sonra, bir masal kahramanının ve de bir maneviyat elçisinin sahip olduğu heybet ve asaletle yoluna devam etti.
Eve varınca odun sobasının kenarında duran yer yatağına atıverdi kendisini. Bacağını söküp yanına bıraktı. Dalgın ve sessizce düşünmeye başladı. Hüznü, ayrılığa aracı olan bir geminin son korna sesi kadar acıydı. Düşüncesi, yılların yorgunluğu ile mayalanmıştı. Ağıtları sessiz ve içtendi; bir şehri yakacak kadar büyük, bir insanın duyamayacağı kadar sessizdi. Hayatın ona yaşattıkları bir tarafa dursun, bir de içinde maşukuna kavuşma arzusu vardı. Derin bir ah çektikten sonra daha fazla sessiz kalamadı, boğuk ve ağlamaklı bir tonla söylendi:
“Hak nasip eylese görsem yüzünü,
Ya Muhammed, canım arzular seni.”
Hacı Dede, sakat bir ayağa sahip olmasına rağmen her daim sefere giderdi. Gittiği bu seferlerde ilimlenir, ilmini insanlara naklederdi. Aslında ondan ilim almak isteyenlerin sadece ona bakması yeterliydi. O, bir hattat gibi, bir nakkaş gibi ilmini cismine işlemişti. Her sefer dönüşü insanlara gittiği yerden küçük hediyeler alır, hiç kimseyi ihmal etmezdi. Çoğu insanın hediyesini aylarca yanında saklar, geldiklerinde verirdi.
Son günlerde hasta olmasından dolayı uzun süre sefere de gidememişti. Bu onu oldukça üzüyordu. Her sabah ve her akşamki eleminin asıl sebebi buydu. Bu hicrana artık daha fazla dayanamıyordu; sonucu ne olursa olsun, sefere gitmeye karar verdi.
Yine en temiz, en pak elbiselerini giyindi. Güzel kokularını süründü, sakallarını taradıktan sonra ev ahalisiyle vedalaştı. Sokağa adım atar atmaz oyun oynayan çocuklar, “Şeker Dede!” diyerek Hacı Dede’nin kucağına atladılar. Çocuklara şeker verdikten sonra, “Çocuklar, size dönüşte koku da getireceğim.” dedi.
Hacı Dede, bastonunu yere vura vura yokuştan aşağı inerken yavaş yavaş gözden kayboldu. O yürüdükçe sokak, onun mis kokusu ile süslenmeye başladı. O dünyaya bir ayakla basardı ama elbet ona, diğer ayağı olan bir varisi de vardır. O gittiği seferden geri döndü mü, bilinmez ama:
“Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.”


















