Ben, onun ellerinde daima esir düşüyordum. İsmi konulmamış hislerin içinde farklı tanımlar bularak onun canlılığını ispatlamalıydım. Karabasan gibi çökerek beni iki eliyle boğazlayan bir katilin ellerinde zamanımın parçalanarak öldürülmesine şahit oluyordum.
Bilirsiniz, ilkler her zaman zordur; herkes için… Ancak ben, normalin görünmediği bir nefes buzdağını üzerimde taşıyacak kadar ağır hissediyordum. O gün de öyleydi.
Devasa büyüklükteki üniversitenin içinde, temkinli adımlarla kalabalığın ortasında savrulmamak için çabalıyordum. Merdivenlerden ağır ağır yürürken cebimden saçılan bozuk paralarla bir anlığına donakaldım. Ne yapmalıydım? Toplamalı mıydım, yürümeye mi devam etmeliydim? Oysa beynim karar vermeyi reddetmiş, tüm fonksiyonlarımı susturmuştu.
Hep mi böyle olurdu? Yeni bir ortama girmek için önce kendi içinden yırtılıp çıkmak mı gerekirdi? Göğüs kafesimde patlayan kalbim önce karnıma, sonra boğazıma yükselmişti. Evet, bir yumru gibi sıkıştırıyordu beni. Kalbim artık benim değil, ben onun esiriydim. Ellerim uyuşuyor, hiç terlemeyen avuçlarımda damlalar beliriyordu. Rezil biriydim işte; yapılmaması gereken her şeyi yapıyor, hiçbir şeye hâkim olamıyordum.
İlkokuldan beri tüm sunumlar benim için kâbus olmuştu. Ama şimdi kendi isteğimle, gönüllü olarak bir sunumun içine adım atmıştım. İnsan değişebilir miydi? Yoksa korku, boğazıma dayanan bir bıçak gibi hep aynı yerden mi vuracaktı?
Nefesim kesik kesikti. Dudaklarım mühürlüydü. Anlatacaklarımı biliyordum; fakat ya dilim sürçerse, ya kelimeler birbirine karışırsa? Zihnimde başarı ihtimali değil, yalnızca başarısızlığın yankısı dolaşıyordu.
“Ne yapacağım ben? Ne yapacağım ben?”
Sadece bu cümle tekrar edip duruyordu içimde. Gerçeklikten kopmuş, mekândan, zamandan, insanlardan uzaklaşmıştım. Bir uçurumun kenarında sallanan bedenim gibi hissediyordum kendimi.
Çıkış yoktu. Kendi zihnim bana prangalar vurmuş, acıyı azar azar tattırarak beni işkenceye mahkûm etmişti. Gelecek tasarılarımın her biri rezil olma korkusuyla gölgeleniyordu. Kendime tek tesellim, o anların er geç bitecek olmasıydı.
Ama bir ihtimal vardı; belki de nefes nefese kaldıktan sonra, adım atmayı başardığımda geriye başarı ve cesaret kalacaktı. Yine de düşünemiyordum. Zaman daralıyordu.
Sabah uyandığımda kalbim sanki beni yumrukluyordu. “Bugün o gün.” İçimdeki ses böyle fısıldamıştı. Gece boyunca dönüp durmuş, her utancı onlarca kez yaşamıştım. Sabah olduğunda kaygım eksilmemiş, daha da büyümüştü.
Telefon çaldığında bile kelimeler boğazımda saçmalığa dönüşüyordu. Zaman bana düşman kesilmişti. Artık konuşmayı unuttuğuma emindim. Zihnimdeki kelime kapıları kilitli, bilgilerim karanlığa gömülmüştü.
Mekâna girdiğimde salona, koltuklara baktım. Ama onların gözleri bana dönüktü. Tek bir bilgi bile yanlış çıkmamalıydı. Konum Batı Edebiyatı’ydı. Bildiğim, sevdiğim bir alandı. Ama hayat bana hep sınav gibi davranıyordu.
Boşluk beni yutuyordu. Kaç diyordu, yargılıyordu. Orada olmak, onların gözlerinde bir fırsat gibi görünüyordu: beni tartmak, beni damgalamak için bir fırsat! Varlığım boşluğu delmeliyken, boşluk beni paramparça ediyordu.
Kalbim en hızlı çarpıntılarla bilinmezliğin zincirlerini boynuma doluyordu. Herkes gibi olmak isterken hiçbir şeyin güzel olmadığını savunarak içimde savaşlar başlatıyordum. Mutlu anların sonunda gözyaşlarına boğuluyor, kendi ritmime sıkışıp kalıyordum.
Ve işte o an…
Sözlerimi başlatmam için tüm gözler üzerime çevrildi. Kalbim kulaklarımı sağır edercesine çarpıyordu. Ellerim titriyordu. Zaman, nefesim, benliğim, hepsi kayıp gidiyordu.
Ama biliyordum; bir tek kelimeyi söyleyebildiğimde, bir tek cümleyi dışarı bırakabildiğimde zincirler çatlayacaktı.
Derin bir nefes aldım. Dudaklarımın mühürlerini çözdüm.
Artık… boşluk değil, ben hâkimdim.


















