Sonunda yemek yemeye bile korkar olduk. Dışarı çıkmaktan, sokakta gezmekten, otelde kalmaktan… Kazanç kapısı diye açılan yerlerin bir anda mahşer kapısına dönüşmesi ne kadar acı, değil mi?
Sahi, biz 2025 Kasımında neler yaşadık? Hayatta kalmaya çalışan bir ailenin kilitli bir kapıyla sınavını izledik. Ölürken bile kibarlığından vazgeçmeyen bir babayı… “Midyeci mi suçlu, lokumcu mu?” diye tartışırken, asıl acının otelin ilaçlanmasından doğan o geri dönüşsüz veda olduğunu gördük. 2025’e veda etmeye günler kala, kayıpların kendisinden çok nasıl kaybedildiğinin acısı kaldı üstümüzde.
Neleri yitirdik, farkında mısınız?
Bir gelin vardı… Ailesi tarafından küçücük bir kulübeye sıkıştırılan, başörtüsünü perde yapacak kadar çaresiz bırakılan bir gelin. Sonrası malum… Yine bir acı son. Ülkemizde “En ucu nereye gider?” diye sorulursa, sanırım cevabı acı biçimde net: insan sağlığı.
Oysa dünya coğrafyasında en iyi meridyen ve paralellerde bulunmak gibi büyük bir avantajımız var. Ama biz bunu bir kenara bırakıp kendi içimizdeki anlaşmazlıkları şiddete dönüştürmeyi tercih ediyoruz. Dışarı çıktığımızda aldığımız her nefesin değerini bilmemiz gerekirken biz nefesleri kesmenin yollarını arıyoruz. Bu da kendi başına tam bir trajedi.
Romanlarımda sık sık kullandığım o söz geliyor yine aklıma:
“Çocukların öldürüldüğü bir dünyada bana büyüklerden bahsetmeyin.”
Çünkü biz büyükler koruma rolümüzü kaybettik. “Büyük” kelimesinin anlamı bile değişti artık. Güvensizlik, korku, umutsuzluk… Her şey üstümüze çöküyor.
Ama yine de…
Belki de bu karanlığın içinden çıkış, yaşananları unutmamakla mümkün olacak. Acının üzerini örterek değil, yüzleşerek. Korkunun hayatı yönetmesine izin vermeden, nefesin kıymetini yeniden hatırlayarak.
2025’i kapatırken geriye tek bir soru kalıyor:
Biz bu yaşananlardan gerçekten ders alabilecek miyiz?

















