Kimdir benim yerimi dolduran?
Kim bu cesedi kaldıran?
Aşkı belime vurdular
Kalbi senle kırdım, ah
(Afra)
Kendime söz vermiştim. Onu unuttuğuna ikna oluncaya kadar odamda fosforlu yıldızlarla yazdığım ismini göstermeyecektim. Ama o gün inanmıştım.
“O fosforlu yıldızları ne zamandan beri topluyordun?” diye sormuştu.
“Seni ilk gördüğüm gün bir paket almıştım. Daha sonra sana doğru gelebildiğim her adımda bir paket daha ve senin bana geldiğin her adımda iki paket daha. Bu akşam da tamamlayacak kadar.”
“Peki, neden odadan çıkarttın beni hemen?”
“Söndüklerini görme diye çünkü o sana karşı hislerim hiç sönmeyecek.”
***
İki ayı biraz geçiyordu küllerin içinde bir kor parçası bulduğumda. O gün o eski çiçeğin o kaktüsün tekrar can bulduğunu hissetmiştim. Bir şeyler değişmişti. Elimi bile başka tutuyordu. Aynıydı ama değildi. Gözlerime bile suçlu bakıyordu, masumdu ama gözleri değildi. Sözleri bile arada anlamsız susuyordu. O gün anlamıştım bir şeylerin kırılmaya başladığını.
Önce toparlanır diye kendi haline bıraktım, sonra devamlı üstüne gitmeye başladım. Sonra zaten içimin sıkıldığı bir günde sormuştum, saatim 13.15’ti: “Bana söylemek istediğin bir şey yok mu? Her şeyi kabul edeceğim gerçekten. Yalandan başka…”. Önce susmuştu. Dakikalarca susmuştu. Sonra ağlayarak başlamıştı. Yine o aramıştı. Değiştiğini söylemişti. Onu çok özlediğini de söylemişti. O da beni sevdiğini söylemişti. Bunu duyunca çekip gideceğini düşünmüştü. Öyle olmamıştı. Telefonu kapatmamıştı. Üstüne gitmişti. Kalbine girmişti. Külleri üflemişti, korları göstermişti. Onları üflemişti. Korlar alevlenmişti. Yüreğindeki yangın geri gelmişti. Yüzünde zorla duran maske ateşin içine düşüvermişti. Eriyivermişti.
Yüzümü ona çevirmiştim. Sanırım dolan gözlerimi saklayamıyordum. “Bana ara aşkın olmadığını söylemiştin. Sana inanmıştım!” dedim. Kalktım ve uzaklaşmaya başladım. Peşimden geldi ama dokunmadı. Tutmadı. Elleri bile artık bana dokunmak istemiyordu. Ona geri döneceklerdi. Onu bekliyorlardı. Ben de sesini bile duymamak için hızlandım, daha çok hızlandım ve koşmaya başladım…
Fosforlu yıldızlarımın karşısına geçip saatlerce ağladım. Yalnızlığa kesin ve hızlıca dönüşümün bedeliydi bu. Zaten aşk benim neyimeydi? Onunla onca yaşanmışlığından sonra beni hiç sevebilir miydi? Eğer sevebilecek olsa ilk gördüğüm zamanlarda onun kollarında o kadar mutlu olabilir miydi? O beni kandırmıştı ama ben kendimi kandırmak için çok daha fazla çabalamıştım. Belki kendine bir yalan atmıştı ve ben onu inandırmak için elimden gelen her şeyi yapmıştım. Bitmişti ama. Ve şimdi yeniden yalnızdım. Suskunlaşmaya başladığımda aramıştı. Söylediği en önemli şey: “Eğer sen götürmezsen hiçbir yere gitmeyeceğim” demesiydi. Bir de onu yollatacak mıydım? Asla.
Günlerce dünyadan kopmuş bir ada parçasında yaşadım. Ölmeyecek kadar yemek yedim, ölmeyecek kadar su içtim ve ölmeyecek kadar uyudum. Ağzımı hiç açmadan devamlı düşündüm ve en sonunda kararımı verdim. Madem ki onu boşluğundan yakalamıştım, madem ki ondan umut almamış ama neredeyse beni sevmesi için yalvarmıştım; haklıydı. Onu yolcu edecektim.
Telefon edip haber verdim. “Biliyordum!” dedi sevinerek. Yarın yine aynı tren istasyonundan geçirecektim. Ben işten doğrudan istasyona gelecektim. O da bir ara bana uğrayıp birkaç parça eşyasını alacak ve sonra benimle istasyonda buluşacaktı. O gece nedense biraz daha huzurluydum, biraz daha çabuk uyumuştum.
Ve şimdi tren istasyonundayım. Eskisi gibi değil. Ruhumu bir tahtaya verdim. Marangoz onu talaş yaptı ve bir çuvala doldurdu. Yüklendim. Buraya geldiğimde açtım ve raylara avuç avuç serptim.
Tahminimce o hala evimde. Az önce aradığımda hala oradaydı. Bu kadar ne alıyor bilmiyorum. Neyi vardı ki zaten? Birkaç parça eşya, birkaç kitap ve eski tatlı anılardan başka.
Ve sonunda göründü. Geliyor. Diz altı bir etek giyiyor, üzerinde bir gömlek ve bir hırka. Renkleri ne bilmiyorum ama bana simsiyah geliyorlar. Hırkasının omzunda saçlarının bir kısmı var. Bir kısmı dudaklarında ve bir kısmı da her gördüğümde öldüğüm gözlerinde ve ben başımı eğiyorum. Gökler birdenbire kararırken sanki ben bir ara bedenimden çıkıyorum. Kocaman bir salonunda izler gibi izliyorum bu ayrılık sahnelerini: Kız gözleriyle teselli etmeye çalışıyor erkeği. Konuşmuyor erkek de suskun olduğundan. Erkek kızın gözlerine bakmıyor önce. Baktığında kız da korkuyor. Erkeğin gözbebekleri patlamış ve gözleri simsiyah olmuş. Sonra kız trene biniyor. Erkek sabit duruyor. Kız cama çıkıyor. Erkek sabit duruyor. Sonra kız birden trenden fırlıyor. Boynundan fuları çözüyor ve erkeğe veriyor. Erkek fuları alıyor ve ellerinde sıkıyor. Kız erkeği yavaşça yanağından öpüyor ve trene dönüyor. Erkeğin kafasında hiç durmadan aynı cümle yankılanıyor: “Ben zaten ara aşkıydım, ben zaten ara aşkıydım…”. Ve bedenime geri dönüyorum.
Ve tren yavaşça hareket ediyor. Evet, duyma duyum da geri geliyor. “Her şey için teşekkürler” diyor, “ hoşça kal!” diye bağırıyor. Koşuyorum biraz. Trenin önüne yetişmek istiyorum. Koşarken kalbimi yerinden sökmek istiyorum. Ve sökülen kalbimi de trenin önüne atmak istiyorum, her yer kanlansın istiyorum. Kanlansın istiyorum elimdeki fular.
Ama sonra duruyorum ve bir mendil gibi sallıyorum hediye ettiği ipek fuları; oysa içimden saçma sapan iki parmağımı alnıma götürerek bir selam çakıp arkama bakmadan gitmek geliyor. Yapmıyorum. Trenin arkasından bakıyorum sadece. Artık “Güle güle” diyorum, “asıl ben sana teşekkür ederim”.
Ve tren gözden kayboluyor. Fuları sıkıyorum. Eve dönüyorum. Yağmur yağsın istiyorum sağanak ama sadece rüzgar esiyor. Ağlayayım istiyorum gözlerimden yaş damlamıyor, kan damlıyor. Susuyorum. Susuyor beynimdeki ayrılık şarkısı. Susuyor beynim ve bedenim. Yürüyorum. Eve geliyorum. Tanıdığım evde ışıkları açmıyorum önce. Odama ilerliyorum. Kapıyı açıyorum ve ayağıma takılan paketlerden bir ses geliyor. Işığı kapatıyorum hemen ve fosforlu yıldızlar beni karşılıyor: “Elveda Ara Aşkım” diyorlar ışıltıyla…
2003