Uzun uzadıya konuşup anlattığım zamanlardan derin derin sustuğum zamanlara ne zaman geldim bilmiyorum. Kabuğuma çekildiğim kaçıncı gün bu, inanın hiç saymadım. Yaşamak her zaman bir hevesin neticesi değil. Yaşamak her zaman yaşamak değil. Bazen karanlık bir gecede, binbir hevesle çayın deminde demlenmeye yüz tuttuğumuz bir vakitte, bir bardak kaynar çayın henüz bir yudum bile içemeden üzerimize devrilmesi yaşamak… Yani yanmak ama yakınmamak… Vazgeçmemek belki de her şeye rağmen çay içmekten; çay önemli ama konumuzun çayla bir ilgisi yok tabiki! Sessizliğe bürünmeme şaşmamalı bu yüzden son zamanlarda; artık insanlardan uzaklaşma ve kendimi, en çok da ruhumu dinleme halime şaşmamalı… Bazıları büyümek der buna, bazıları akıllanmak, belki de en çok olgunlaşmak, bilmiyorum. Ama bu yılın bana öğrettiği en büyük ders, hayat yolculuğundaki asıl meselenin haklı çıkmak değil, hakikatin izini sürmek için risk almak gerektiğini anlamak oldu. Belki bazı zincirler kırılmalı, bazı insanlar artık umursamamalı! Yaşam başkaları için değil; önce Rabbimiz, sonra da kendimize uygun seçimler yaparak yaşanmalı! Kötüler bir şekilde kötülüklerinden geri durmuyor. Rabbim bizi, herkese iyi kılığına bürünüp kalbi kötülük peşinde olanlardan korusun asıl! En önemlisi bu sanırım.
Yorgun hissediyorum bu yıl kendimi; hiç olmadığım kadar yorgun ve hevessiz… Üşüyorum, bu ayaz en çok kalbimi donduruyor. Oysa mevsim sonbahar, henüz kış bile gelmedi. Yine de bir başka üşüyorum bu aralar! “Her şeyin farkında olmakta bir hastalıktır.” demişti biri; öylesine haklı ki… Farkındalık hem bize sunulmuş eşsiz bir nimet, hem de hayatımızı mahveden bir canavar! Ne güzel körü körüne yaşayıp gidiyorduk işte, ne vardı bu kadar her şeyi algılayacak! Yüzlerdeki maskeyi ve gerçek yüzlerini görmek de yordu insanların bir hayli beni, ama dert değil. Alışkınım, ben bu yalnızlıkla ta ezelden barışığım. Sadece anlaşılma ihtiyacını derinden hissettiğim zamanlar oluyor. Ama artık öyle zamanlarda bile anlatasım gelmiyor. Yaşlanıyor, en çok da gözlerim! Dert değil, bu yaşlara alışkınım, yalnızlıkla da barışığım. Biraz hastayım son zamanlarda; belki de ondandır yorgunluğum. İyileşince geçecek, her şey düzelecek, yoluna girecek. 2 ay oldu evet; belki biraz daha zaman gerek, elbet düzelecek.
Dualara ihtiyacım var bu ara, bir de yüreği güzel insanlara… Kalbiyle dili bir olan; siması da üslubu kadar parlak, samimi insanlara ihtiyacım var. İnsanlıktan nasibini almamış; kibir kalbine yuva yapmış, kendini övmekten, ben demekten başka bir şey bilmeyenler uzak olsun yanımızdan yöremizden! Bana birkaç yüreği güzel insan yeter. O zaman yaşamak sahiden yaşamak olur. Belki kaybolan hevesim de geri gelir, kim bilir…
Çarşılar mutlu etmiyor beni, alışverişler mutlu etmiyor. Lokantalar, restoranlar, yemek yerleri mutlu etmiyor. Olsaydım ben de herkes gibi mutlu ederdi bu yerler belki beni. Ama bu dünyaya ait değilmiş gibi hakikat çekiyor sadece ilgimi… Malayani şeyler artık ilgimi cezbetmiyor. Her şeyin boş gelmesi de hevesimin kaçmasının yegâne sebebi. Artık dünya ve dünyalıklar bana keyif vermiyor. Ruhum başka âlemlerin düşünde; ruhum garip bir yolcu, ruhum isimsiz bir dua, ruhum doğmayı bekleyen bir güneş…
Kalbimin selametini arzuluyorum bu aralar; uçan kuş kafilelerini uzun uzun izlemeyi, gün batımını, denizi ve güzel günleri arzuluyorum. Şikâyet enerjisinden uzaklaşıp şükür penceresine müptela olduğum günlerdeyim. Anın izini sürüyorum; anın yalnızca bütünüyle hissedebildiğim o anın! Her şeyin gelip geçici olduğu bu dünyada ne geçmiş ne de gelecek yer etmemeli hafızamda; geçmiş nasıl olsa geçti gitti, gelecek nasıl olsa gelecek. Öyleyse bana yalnızca şimdi, an gerek. Anın izini sürüyorum. Hissedebilirsem, tadını çıkartabilirsem ne alâ… “Anda kal!” diyorum kalbime. Anda kal; sen anın izini sür, hakikat seni bulacak. İşte o vakit yaşamak rüyası gerçek olacak.




















