Âsaf Hâlet Çelebi, mistik şiirleriyle bildiğim bir şair. Doğu kültürüne meraklı ve aşina bir adam. Şiirlerinde ilginç kelimeler kullanır. Hâlet Çelebi’nin toplu yazılarını okuyorum bugünlerde. Yapı Kredi Yayınları’ndan 1998’de yayınlanan bu kitap Bütün Yazıları adıyla yazılarının toplandığı değerli bir çalışma. Kitapta Hâlet Çelebi’nin masal ve tekerlemelere verdiği öneme hayran kaldım. Türk Ruhunda Mücerred adlı yazısında İstanbul sokaklarında oynayan çocuklardan dinlediği tekerlemeleri yazmış. Bunlara mücerred şiir diyor Çelebi. Oradaki tekerlemelerden biri şuydu: “Eveleme develeme; deve kuşu, tepeleme. Çenki çenber, miski anber, tazî, tûzî, hocanın kızı. Ne vakit gelir? Yazın gelir, yazılalım, büzülelim, bir tahtaya dizilelim, encik boncuk a çocuk!” Bu tekerlemeyi görünce birden anılarım canlandı çocukluğuma dair. Büyük teyzemiz okurdu bize bu tekerlemeyi. Sonu biraz farklıydı ama çoğu birebir aynı. Parmak oyunu oynanırmış bu tekerlemeyle. Karadeniz çocuklarının 1940’larda oynadıkları oyunlar ve söyledikleri tekerlemelerle İstanbul çocuklarının söyledikleri tekerlemelerin benzer, hatta aynı oluşuna gerçekten şaşırdım. O dönem bunlar sözlü gelenekle mi aktarıldı yoksa okullarda mı öğretildi bilmiyorum ama gerçekten araştırılmaya değer bir konu. Yine aynı şekilde bizim 90’larda söylediğimiz şu tekerlemeler de o dönem sokaklarda canlı halde yaşıyormuş: “Yağmur yağıyor, seller akıyor, Arabın kızı damdan bakıyor. Teknede hamur, Galata’da çamur. Ver Allahım ver, bir hızlı yağmur.”,“Karga karga gak dedi, çık duvara bak dedi. Hacı nine kına döker, ben bilirim kimi sever. Altın paşayı sever. Altın paşa sarayda, gümüş yüzük parmakta. Getir kızı göreyim, atlara bindireyim. Saraydan geçireyim. Sarayda kahve kaynar, içinde bülbül oynar. Has ekmek hus ekmek. Bir bozacık.”
Hâlet Çelebi bu tekerlemeleri şiirin en saf hali olarak görüyor. Sonrasında okullarda bu safiyane yönelimin, bu en doğal şiir ruhunun edebiyat adı altında kalıp ezberiyle köreltildiğini, edebi zevkin öldürüldüğünü düşünüyor. Bunlar bizim tahteşşuur varlığımız diyor. Çocukluğumuzda en doğal ve en samimi ruhumuzla yaşadığımız bu mücerred edebiyata geri dönelim, diyor. Doğrusu katılmamak elde değil. Edebiyatı çocuklar üzerinden okumak, kendimizi bildiğimiz ilk dönemlerimizden itibaren duyarak, görerek, yaşayarak deneyimlediğimiz edebiyat ruhunu geleceğe yön sunarak bu şekilde örneklemesi gerçekten etkileyici.
Âsaf Hâlet Çelebi, tekerlemeler söyleyerek giriş yapılan masallar konusunda da aynı hisleri paylaşıyor. Çocukluğunda duyduğu masalları dinlediği kadınların farkında olmasalar da olağanüstü sanatkârlar olduklarını düşünüyor. Masalların insan ruhu için bir ihtiyaç olduğunu belirtiyor. Burada yine mücerred bir ruh olduğunu, halkın daima asıl harcını eşyadan alıp hayalle ördüğünün görüldüğünü söylüyor. Bu durumun derin bir anlayışı ve istihzayı doğurduğunu, harikuladenin karikatürize edildiğini, realitenin mistisizmle harmanladığını belirtiyor.
Küçüklüğünde İstanbul ninelerinden dinlediği masallarla nasıl hayaller kurduğunu şöyle anlatıyor Çelebi: “O hayallerle ben etrafımdaki insanların bünyesini daha iyi anlayabildim. O müşterek hayallerde o müşterek şiirde ben bu memleketin, bu toprakların çocuklarını sevmeyi, bu vatana bağlanmayı öğrendim. Onlar benden bir parça, daha doğrusu ben onlardan bir cüzdüm. Demir âsa, demir çarıklı, dertli şehzade bendim.
Kaf dağlarına giden, ejderhalarla döğüşen delikanlı bendim. Huysuz ve hilekâr çengi dilâralar, talihsiz turunç güzelleri, esrarlı benli bahrîler, korkunç iğci babalarla akıllı küçük kız, adı Bahtiyar olan bedbaht, dağdan dağa gezip elbiseleri çalılarda yırtılan, kan revan içinde uzaklaşan sultan hanım, ne bileyim öyle çok nevilere mensup bütün bu insanlar kafilesi hep benim etrafımda yaşayan mahlûklardı. Bahçelerde narlar ağlar, ayvalar güler, tütün çubuk içenler, lâle sümbül içerek geçenler, ağlayan gözlerden inciler dökülür, gülen yanaklarda güller açardı. Sanki bütün bunlar biraz ben, biraz benim gibi insanlardı. Bunların hepsini aşağı yukarı yanımda buluyordum. Ağaçlı bir yerde bir çeşme görsem bu muhakkak bir masaldan çıkmıştı. Gördüğüm eski bir konak muhakkak Bahtiyar’ın konağıydı. İçinden sedef kakmalı gümüş nalınları ile salına salına cariyeler çıkıp çeşmeye su doldurmıya gideceklerdi. Çiçekli bir daldan bir bahçe duvarına konan bir kuş bir anda silkinip bir insan olabilirdi. Memleketimin insanlarında ve manzaralarında muhakkak masallarımdan bir parça, yahut masallarında memleketimin akseden aynaları vardı. Onlar için sonsuz bir sevgi duyuyordum.”
İstanbul’u çok seviyor Hâlet Çelebi. Bütün masallar İstanbul’da zuhur etmiş ona göre. Bu şehir onun ağzına dil, kulaklarına ses, gözlerine bakış olmuş. Hap gibi yutmuş İstanbul’u. Kedileri ve sokak çocukları ile dost olmuş.
Âsaf Hâlet Çelebi’nin kitabında İstanbul büyük yer tutuyor. Bir başka yazıda İstanbul üzerine düşüncelerini ele alacağız. Yazımı burada Çelebi’nin şu şiiriyle bitiriyorum:
Üsküdar’da üsküpüler dokusa gerek kumrular
camları parıldıyor
Üsküdar evlerinin
akşam üstleri
camlı odalarda ne olsa gerek
Üsküdar’a bakıp da beni görmeyen çocuklar
camlı odalardan…