Ayol, ne zor imiş bu taşınma işi… Yıllardır korktuğum başıma geldi. Taşınmayı, hatta evin içindeki eşyaların yerini bile değiştirmeyi asla sevmezdim. Her şey ilk gün nereye konmuş ise hep öyle kalmalı.
“Ne öyle durmadan eşya değiştirme, yenisini alma.”
Ben aldığım eşyaları yıllarca kullanmakla övünen biriyim, birazcık minimalistim ayıptır söylemesi.
Bir yandan yazılarımı yazıyorum, bir yandan eşyaları paketliyorum.
“Acıkınca yemek yemek lazım, öyle dışarıdan söyle getirsin adetim değil, hiç hoşlanmam.”
Bir yandan yemek yapıyorum, çamaşır yıka, ütüle, kaldır… Taşınma esnasında takip etmem gereken canlı yayın derslerimi asla ihmal etmiyorum. Evde paketlenmeyen tek eşya yataklar. Evde bulunan herkes yatağının üstünü çalışma masasına çevirmiş. Aslında ne kadar rahat: yat, kalk, dersini yap, kitabını oku, aynı mekân. Ne öyle yatak odası, oturma odası, misafir odası… Bir yatak bile yeter insana. Böyle idare ettiğime bakmayın, ben aslında çok titiz biriyim. Kısa süreliğine eğlenceli… Bunca işin arasında kurabiye de yaparım, kariyer de. Fakat uzun bir zamandır tam olarak temizlik yapamıyorum… Her tarafım kaşınmaya başladı bile, çünkü “titiz biriyim, temiz değil,” dediğim andan itibaren bende kaşıntı başlıyor…
Taşınırken uzun zamandır görmediğiniz ama hep saklama ihtiyacı duyduğunuz eşyalarınızla yüzleşiyorsunuz. Hatıralarınız gözünüzün önünden bir bir geçiyor… “Temsil misal,” bir arkadaşım hep söze öyle başlardı… Küçük oğlumun anaokulunda yirmi üç Nisan gösterilerinde giydiği kıyafetler elimde şu an ve her şey tüm canlılığıyla gözümün önünden bir film şeridi gibi geldi geçti bile… Şimdi kocaman adam, üniversiteli… Saklayayım mı, atayım mı? Kararsızım. Sakla sakla, nereye kadar… Anaokulundaki tüm sene boyunca yaptığı etkinlikler dosyası…
“Çok kararsızım…”
“Gözümü karartırsam atabilirim.”
Atacaksın Arzu ve unutacaksın… Başka çaren yok, yeni eve onları götüremezsin. Böyle bir dosya, böyle bir gösteri kıyafetleri yok, anladın mı!
Taşınma işi başlayalı düşünüyorum, kararsızım: “Neleri geride bırakacağım?” Şu üzerinde çok ağladığım yatağı, şu sabaha kadar uyuyamadığım kanepeyi… Komşu arkadaş, eş dosta pasta börek yemek ikram ettiğim, bu eski haliyle hâlâ bana hizmet eden, eskiyen ama solmayan gelinlik tabaklarım… Sizi çok seviyorum. Sizden nasıl ayrılırım? Bir köşeye yeni eve gitmeyecekleri ayırıyorum. Onlara isimler veriyorum. Onlara isimleriyle hitap ediyorum. Ve onları istemeyerek bıraktığımı, beni affetmeleri gerektiğini söyleyerek vedalaşıyorum… Çünkü ben de bu fani dünyadan bir gün göçüp gideceğim. “Hatırası var” diye veremediğim her eşya, giysi, duygu düşünce yapısına göre bana zararı olabilir…
“Bırak gitsin, hayatına yeni şeyler al.”
Bu hiç kolay değil ama olsun, düşünüyor olmam bile önemli bir adım…
Topluyorum, topluyorum… Paketliyorum ama sonu gelmiyor… Ne kadar çok giysi, ayakkabı vb. var… Bu kadar çok şeye gerçekte ihtiyacımız var mı? Eşyalarımla o kadar çok anım var ki… Kimseye anlatmadığım, en gizli anılarıma onlar şahit; eşimle tartışmalarımıza, birbirimizi kırdığımız, üzdüğümüz zamanların en iyi şahitleri onlar… Çocuklarımın doğumları, doğum günleri, lohusa şerbetlerini ikram ettiğim bardaklardan birkaç tane kalmış. Atayım mı şimdi bu can yoldaşlarımı, candaşlarımı, sırdaşlarımı? Bu kadar kahrımızı çekmişler… Onlara vefa göstermem çok doğal değil mi? Yoksa şu birkaç gün içinde kafayı sıyırmış olabilir miyim?
“Yo, ben gerçeğim. Bak, elimi kulaklarımı çimdikliyorum, kendimdeyim. Sadece biraz hayallere dalmışım, o da normal değil mi?”
Hep otokontrolcü mü olmam lazım? Biraz da bu hayatta salmak benim de hakkım… Yok öyle, her zaman hanımefendi olacaksın, nazik ve kibar olacaksın. Her davranışın da kontrollü olacak. Olmuyorsa olmuyor…
“Ulan” — hiçbir zaman söylemediğim bir argo lafı söyledim. İnanamıyorum! İstersen biraz da “küfür et” olur… Bir deneyeyim… “Yok artık, yuh!” İyice çılgından çıktın… Yazar bozuntusu… Kendime saymadığım laf kalmadı… Meğerse ne çok küfür biliyormuşum.
“Aaa sus kız, kimse duymasın,” yerin kulağı var…
Yirmi beş sene önce bu eve taşındığımda komşunun küçük bebeleri var… Gözleri simsiyah, esmer beyaz, yani saçları simsiyah, teni bembeyaz… Her gün bana yarım saat bırakır sekiz aylık bebeği… Eşinin sevdiği yemekleri yapabilmek için günlük alışveriş yapardı. Bir gün bana, “Abla biliyor musun, ben kül yiyorum. Eşim beni ilk kez kül yerken gördü, çok utandım,” dedi. Eşi çok garipsemiş komşumu, vampir görmüş gibi… Ve sonunda “Hazırlan, seni doktora götüreyim,” demiş… “Abla, ben çok kansızmışım, demir eksikliğim varmış.”
Şimdi o kızcağızın, o sobayla kurduğu bağı düşünün. Eşi bilmiyor… En yakını olarak ama sırdaşı olan “soba”, kül yediğini biliyor… İnsanın en yakını, bu eşyalar… “Cansız demeyin bana, canlı onlar.” Konuştuğum zaman beni anlıyorlar…
Ne yaptım biliyor musunuz? Eşimin hiç sevmediğim tişörtlerini, eşyaları sarmak için kullandım… Yirmi tane sekiz ortalı kalın defterim var. Hepsini yazmışım. Bir sayfasını bile koparmaya gönlüm yok… Kopart, bardak sar… Kopart, tabak, çanak, çömlek sar… Taşınırken bir evden bir eve hayallerinizi bile feda etmek zorunda kalabiliyorsunuz…